ndd_oyku

Thursday, January 05, 2006

GİZLİ MUCİZE- BORGES

llah da onu yüz yıl ölü bıraktıktan sonra dirilterek,
«Ne kadar zaman kaldın?» diye sormuş,
o da, «Bir gün belki daha az,» demiş.
Kur'an II, 259

14 Mart 1943 gecesi, Prag'ın Zeltner Sokağı'ndaki bir apartman dairesinde, Düşmanlar adlı bit­memiş bir oyunla, Sonsuzluğun Zaferi'nin ve Jakob Böhme'nin Yahudi ırkıyla dolaylı akrabalığı üzeri­ne bir incelemenin yazarı olan Jaromir Hladik rü­yasında nicedir süren bir satranç oyunu gördü. Oyuncular iki kişi değil, iki soylu aileydi; oyun yüzyıllardır sürüp gidiyordu. Ortaya konan ödül­lerin ne olduğunu hiç kimse hatırlayamıyordu, ama bunların ölçülemeyecek kadar büyük olduğu söyleniyordu; satranç taşlarıyla satranç tahtası gizli bir kuledeydi. Jaromir (rüyasında) birbirle­riyle çekişen ailelerden birinin en büyük oğluydu. Duvardaki saat artık geciktirilemeyecek olan oyun saatini çaldı. Rüyayı gören, yağmurlu bir çölün kumları üzerinden rüzgâr hızıyla ilerledi ve^ sat­rancın ne kurallarını, ne de taşlarını hatırlaya-maz oldu. O anda uyandı. Yağmurun şakırtısıy-la o korkunç duvar saatlerinin tangırtısı duyulmaz oldu. Zeltner Sokağı'ndan yer yer buyurgan seslerle bölünen ritmik, karmakarışık bir uğultu yükseliyordu. Şafak sökmüştü, III. Reich'in zırhlı birlikleri Prag'a giriyorlardı.
Ayın on dokuzunda yetkililer bir ihbar aldılar; aynı gün, akşama doğru, Jaromir Hladik tu­tuklandı. Moldava nehrinin karşı kıyısında, kireç­le badanalanmış bembeyaz bir kışlaya götürüldü. Gestapo'nun suçlamalarından bir tekini bile yalan­layabilecek durumda değildi; annesinin kızlık adı Jaroslavski'ydi, Yahudi kanı taşıyordu, Böhme üze­rine yazdığı inceleme, apaçık Yahudi yanlısı bir yazıydı, Anschluss'a. karşı çıkanlar arasında im­zası vardı. 1928'de Hermann Barsdorf yayınevi için Sefer Yezirah'ı çevirmişti. Yayınevinin şişiril­miş katalogu, çevirmenin ününü, tanıtım amacıy­la abartmış, bu katalog da Hladik'in kaderini elle­rinde tutan yetkililerden biri olan Julius Rothe tarafından incelenmişti. Kendi uzmanlık alanı dı­şında okuduğu şeye kolaylıkla inanmayacak kişi yoktur. Gotik harflerle dizilmiş iki üç sıfat, Julius Rothe'yi, Hladik'in önemine inandırmaya yetmiş ve onun 'başkalarına ders olsun' diye kurşuna di­zilmesini buyurmuştu. Ceza 29 Mart sabah saat 9'da yerine getirilecekti. Bu gecikme, (okur bu­nun önemini daha sonra anlayacaktır) yetkilile­rin işlerini birer sebze ya da bitki gibi, kişisellik­ten uzak ve acele etmeksizin görme isteklerinin so­nucuydu.
Hladik'in ilk tepkisi yalm bir dehşetti. Da-ra&acmdan, başını dayayacağı kütükten ya da bı­çaktan korkmayacağını, ama bir manga askerin actı&ı ateşle ölmenin dayanılmaz olacağını sezi-vordu Asıl korkutucu olanın, eşliğindeki koşullar değil ölüm denen yalın, süssüz şeyin kendisi oldunğunu boşuboşuna söylüyordu kendine. Mümkün olan bütün bağdaşımları anlamsızcasına tüketme­ye çalışarak bu koşulları gözünün önünde canlan­dırdı durdu. Uykusuz geçen, şafağa yakın saatler­den giz dolu silâh seslerine varıncaya kadar, ölüm sürecini sonsuz biçimde kurdu zihninde. Julius Rothe'nin saptadığı günden önce, biçimleri ve ke­sişme açıları geometri olasılıklarını zorlayan avlu­larda kendisini kimi zaman uzaktan, kimi zaman yakından vuran değişik sayıda asker tarafından makineli ateşine tutularak çeşit çeşit yüzlerce ölümle öldü. Bu düşsel infazları gerçek bir deh­şetle (belki de gerçek bir yüreklilikle) karşıladı; gerçeği andıran bu görüntülerin her biri birkaç saniye sürdü. Döngü kapandığında Jaromir, bir kere daha, üstelik artık ertelenemeyecek bir bi­çimde, kendi ölümünün korkudan tirtir titreten karanlıklarına gömülü buldu kendini. O zaman, gerçeğin çoğunlukla bizim gerçek hakkındaki bek­lentimizle örtüşmediğini düşündü; kendine özgü bir mantıkla, belli bir duruma ilişkin bir ayrın­tıyı önceden kestirmenin, onun gerçekleşmesini önlemek demek olduğu sonucuna vardı. Bu cılız büyüye dayanarak, sırf gerçekleşmesinler diye en korkunç ayrıntıları gözünün önüne getirdi. Sonuç­ta doğal olarak bunların doğru çıkacağından kork­maya başladı. Geceleri çok kötü oluyor, zamanın uçup giden özüne sıkı sıkıya yapışmanın bir yo­lunu bulmaya çalışıyordu. Zamanın, yirmi dokuzu şafağına doğru doludizgin ilerlediğini biliyordu Yüksek sesle, «Şimdi yirmi ikisinin gecesi- bu ge­ce sürdükçe (ayrıca daha altı gece boyunca) hiç kimse bana dokunamaz, ölümsüzüm,» dedi Uvkuya daldığı geceler, ona kendini içlerine bırakabileceği de rin, karanlık kuyular gibi geliyordu. Onu nasıl olursa olsun, sürdüğü hayallerin boşuna çe­kiminden kurtaracak olan son yaylım ateşini sa­bırsızlıkla beklediği anlar oldu. Ayın yirmi sekizin­de, son günbatımı, yüksek parmaklıklı pencereler­de yansırken, oyunu Düşmanlar aklına geldi ve onu bu nafile düşüncelerden çekti çıkardı.
Hladik kırk yaşını geçmişti. Bir iki dostlukla birçok alışkanlık dışında, yaşamını edebiyat denen sorunlu uğraş oluşturuyordu. Bütün yazarlar gibi o da başkalarının başarılarını ortaya koyduklarıyla ölçüyor, onların ise kendisini uzaktan, kurduğu ya da tasarladığı kadarıyla değerlendirmelerini bekliyordu. Yayımladığı bütün kitaplar onda ta­nımlanması zor, karmaşık bir pişmanlık duygusu bırakmıştı. Böhme'nin, İbni Ezra'nın ve Fludd'un eseri üzerine yaptığı çalışmalar temelde belli ku­ramları bu eserlere uygulamaktan ileri gitmemiş­ti; Sefer Yezirah çevirisi dikkatsizlik, bıkkınlık ve varsayımlarla doluydu. Sonsuzluğun zaferi’ndeki kusurlar daha azdı belki. İlk cilt, Parmenides'in 'Sabit Varlık'ından Hinton'ın 'Çeşitlenebilir Geçmiş'ine kadar, insanoğlunun bulduğu çeşitli son­suzluk kavramlarını inceliyordu. İkincisiyse (Francis Bradley'in kuramı uyarınca) evrendeki bütün olayların zamansal bir dizi oluşturduğunu redde­diyor, insan için mümkün olan yaşantıların sayı­sının sonsuz olmadığını ve tek bir 'tekrar'ın bile Zaman'ın dilsel bir aldanma olduğunu kanıtlama­ya yeteceğini savunuyordu... Ne yazık ki, bu al­danmanın kanıtı olan usavurumlar da aynı dere­cede aldanmaydılar. Hladik bunları biraz bıkkın­lıkla, biraz da bulanık bir zihinle gözden geçirme alışkanlığındaydı. Ayrıca bir dizi dışavurumcu şiir
yazmıştı; şairi üzen, bunların 1924 tarihli bir antolojide yayımlanmış ve bunu izleyen hiçbir antolojiye alınmamış olmalarıydı. Hladik bu tekdü­ze, hiçbir esinle aydınlanmamış geçmişinin tümü­nü manzum oyunu Düşmanlar'la bağışlatmayı um­muştu. (Hladik nazmı temel biçim olarak görü­yordu, çünkü nazım seyircinin gerçekdışılığı göz­den kaçırmasını imkânsız kılıyordu — ki sanatın temel isterlerinden biri de budur.)
Oyun, zaman, yer ve olay birliği kuralını iz­liyordu. Yer Hradvcany'de, Baron Roemerstandt' ın kütüphanesi, zaman 19. yüzyılın son akşam üzerlerinden biriydi. İlk perdenin ilk sahnesinde, garip bir adam Roemerstandt'ı ziyarete gelir. (Bir saat yediyi çalıyordur, batmakta olan güneşin gözkamaştırıcı ışıkları odanın pencerelerini gör­keme boğar, havada ateşli, tanıdık bir Macar ez­gisi gezinmektedir.) Bu ziyareti başkaları izler; Roemerstadt durduk yerde zamanını alan bütün bu kişileri tanımamaktadır, ama içinde rahatsız edici bir duygu vardır, sanki bunları yerde, belki de bir rüyada görmüş gibidir. Hepsi de ona yağ çeker, yaltaklanırlar, ama giderek bunların onu mahvetmek için işbirliği etmiş gizli düşmanlar olduğu —önce seyirci sonra da Baron tarafından farkedilir. Roemerstandt bunların planlarını öğre­nip bozmayı başarır. Konuşmalarda sevgilisi Julia von Weidenau'dan ve bir aralar ısrarla Julia’nın ilgisini çekmeye çalışmış olan Jaroslav Kubin adlı birinden sözedilir. Kubin aklını kaçırmış, ken­dini Roemerstandt sanmaktadır. Yeni tehlikeler başgösterir; ikinci perdenin sonunda Roemerstandt düşmanlarından birini öldürmek zorunda kalır. Üçüncü ve son perde açılır. Tutarsızlıklar giderek artar; oyundan çıktıkları sanılan oyun kişileri yeniden görünürler. Bir ara, Roemerstandt'ın öldürdüğü adam ortaya çıkar. Birisi henüz akşam ol­madığını hatırlatır; saat yediyi çalar, yüksek pen­cereler batmakta olan güneşi yansıtır, havada ateşli bir Macar ezgisi gezinmektedir. Sahneye ilk çıkan oyuncu gelir, ilk perdenin ilk sahnesinde söylediği cümleyi tekrarlar. Roemerstadt hiçbir şaşkınlık belirtisi göstermeden konuşur onunla; seyirci Roemerstadt'ın Jaroslav Kubin denen se­filden başkası olmadığını anlar. Oyun hiç oynanmamıştır; sahnede olup bitenler, Kubin'in tekrar tekrar yaşayıp durduğu döngüsel cinnetten başka bir şey değildir.
Hladik bu yanlışlıklar trajikomedisinin saçmasapan mı, güzel mi, iyi kurulmuş mu, baştansavma mı olduğunu kendi kendisine hiçbir zaman sormamıştı. Yukarıda özetlediğim olay örgüsünün üzerinde yazar olarak kusurlarını örtmeye ve ye­teneklerini vurgulamaya yarayacak ölçüde çalış­mış olduğuna, ayrıca oyunun, bu dünyada insan olarak sürdürdüğü varlığı bağışlatmaya (sembo­lik anlamda) yeteceğine inanıyordu. Birinci per­deyle üçüncü perdenin bir ya da iki sahnesini bi­tirmişti. Oyunun vezinli yapısı, altı ölçülü dize­leri, önünde yazılı metin olmaksızın değiştirerek çeşitlemeler yapmasını mümkün kılıyordu. Hladik daha yazmak zorunda olduğu iki perde bulundu­ğunu ve çok yakında öleceğini düşündü. Karan­lıkta Tanrı'yla konuştu: «Ben şu ya da bu biçim­de varoluyorsam, senin tekrarlarından ya da yan­lışlarından biri değilsem, Düşmanlar'ın yazarı ola­rak varım. Benim de, Senin de varlığını haklı çı­karacak olan bu oyunu bitirmek için bir yıl daha gerek bana. Yüzyılların ve zamanın sahibi olan sen, bana bu günleri çok görme.» Bunları, hepsinin en katlanılmazı olan son gece söylemişti; on dakika geçmeden uyku karanlık bir su gibi akıp gitti üzerinden.
Şafağa doğru Clementine kütüphanesinin yük­sek tavanlı, dar koridorlarından birinde gizlen­miş olduğunu gördü rüyasında. Kara gözlükler takmış bir kütüphane memuru sordu: «Nedir ara­dığınız?» Hladik cevap verdi: «Tanrı'yı arıyorum.» Kütüphane memuru şöyle dedi: «Tanrı, Clementine kütüphanesindeki dört yüz bin cilt kitabın sayfalarından birindeki bir harftir. Atalarım ve atalarımın ataları bu harfi arayıp durdular; ben o harfi ararken kör oldum.» Gözlüklerini çıkardı ve Hladik onun ışıksız gözlerini gördü. Bir okur aldığı atlası geri getirmeye geldi. «Bu atlas beş para etmez,» dedi ve Hladik'e uzattı. Hladik at­lası ortasından bir yerden açtı. Gözlerinin önünde, sanki bir rüyadaymış gibi Hindistan haritası be­lirdi. Sonra birden kendine güveni yerine geldi, sayfanın üzerindeki en küçük harflerden birine dokundu. Aynı anda her yerde birden bulunduğu belli olan bir ses, «Çalışmak için istediğin zaman bağışlandı,» dedi. Rüyanın burasında uyandı Hla­dik.
İnsanların rüyalarının Tanrı'ya ait olduğunu hatırladı; Maimonides rüyalarda duyulan sözlerin, açık seçik duyuldukları ve onları söyleyen, göze görünmediği takdirde, Tanrı sözü olduklarını ileri sürmüştü. Giyindi; hücreye giren iki asker ona peş­lerinden gelmesini söylediler.
Hücre kapısının gerisinde; Hladik dışarısını koridorlar, merdivenler ve bina içinde binalarla dolu bir labirent olarak getirmişti gözünün önüne. Gerçek daha az gösterişliydi; dar bir demir merdivenden inerek iç avluya girdiler. Bir küme asker —bazılarının üniforma düğmeleri açıktı— bir motosikletin üzerine eğilmiş bir şeyler konuşu­yorlardı. Çavuş duvardaki saate baktı; saat 8.44' tü. Dokuzu çalıncaya kadar beklemek zorunday­dılar. Hladik mutsuz olmaktan çok kayıtsız bir ifadeyle bir odun yığınının üzerine oturdu. Asker­lerin, gözlerini gözlerinden kaçırdıklarını farketti. Bekleme süresini kolaylaştırmak üzere çavuş ona sigara uzattı. Hladik sigara içmiyordu; neza­ketinden, belki de alçakgönüllülüğünden aldı si­garayı. Yakarken ellerinin titrediğini gördü. Gök­yüzü bulutlanıyordu; sanki Hladik çoktan ölmüş gibi alçak sesle konuşuyordu askerler. Oyununa Julia von Weidenau olarak soktuğu kadını boşuboşuna gözünün önüne getirmeye çalıştı Hladik.
İdam mangası dizildi, asker hazıroldaydı. Kış­lanın duvarına dayanmış, ayakta duran Hladik, yaylım ateşinin gelmesini bekledi. Birisi duvarın kan içinde kalacağına dikkati çekti, hükümlüye bir iki adım öne çıkması söylendi. Belki saçma ama, bu Hladik'e fotoğrafçıların acemice hazırlık­larını hatırlattı. Hladik'in şakağına koca bir yağ­mur damlası düştü ve yanağından aşağı yavaşça süzüldü; çavuş ateş emrini haykırdı.
Elle tutulup gözle görülen evren birden dur­du.
Tüfekler Hladik'e doğru çevrilmişti, ama onu vuracak olan askerler hiç kıpırdamadan oldukları yerde duruyorlardı. Çavuş, koluyla yarım kalmış bir hareketi sonsuzlaştırdı. Avlunun zeminindeki parke taşlarından birinin üzerine bir arının kıpırtısız gölgesi vurdu. Rüzgâr kesildi, bir resmin içinde gibiydiler. Hladik bir çığlık atmak, bir söz söylemek, elini kıpırdatmak istedi. Yapamadı; inme inmişti sanki. Bu kesintiye uğramış dünyadan ona tek bir ses bile ulaşmıyordu... “Öldüm, cehennemdeyim,” diye düşündü. “Delirdim,” diye düşün­dü «Zaman durdu,» diye düşündü. Sonra, böyle olsa, zihninin de durmuş olacağı geldi aklına. Bu­nu sınamak istedi; Vergilius'un o gizemli dördün­cü çoban kasidesini (dudaklarını oynatmadan) söyledi içinden. Şu anda çok uzaklarda kalan as­kerlerin kaygılarını paylaşmakta olduğunu düşün­dü; onlarla konuşabilmek istedi. En ufak bir yor­gunluk, hattâ bu uzadıkça uzayan kıpırtısızlığın verdiği uyuşmayı bile hissetmiyordu. Bir süre sonra uykuya daldı. Uyandığında dünya kıpırtısız-lığını ve suskunluğunu sürdürüyordu. Su damlası hâlâ yanağında asılı duruyor, arının gölgesi hâlâ taşa vuruyordu. Yere attığı sigaranın dumanı hâ­lâ havada süzülüyordu. Hladik ne olduğunu an­layamadan bir 'gün' daha geçti.
Tanrı'dan elindeki işi bitirmek üzere tam bir yıl istemişti. Her Şeye Kadir Olan bu dileğini ye­rine getirmişti işte. Tanrı onun için gizli bir mu­cize yaratmıştı; saptanan saatte Alman kurşunuy­la vurulacaktı, ama Hladik'in zihninde ateş em­riyle infaz arasındaki süre bir yılda geçecekti. Şaş­kınlıktan afallama, afallamadan kabullenme, ka­bullenmeden ansızın gönül borcu duyma evreleri­ne geçti.
Elinde belleğinden başka hiçbir belge yoktu. Altılı dizeleri peşpeşe eklemenin getirdiği" zihin alışkanlığı, ona sağa sola bölük pörçük paragraf­lar çiziktirip sonra da unutan kimilerinin akıllarından bile geçiremeyecekleri bir disiplin sağlamış­tı. Uğraşıp didinmesi, yarına kalmak için ya da edebî zevklerinin yabancısı olduğu Tanrı'yı hoş­nut etmek için değildi. İğneyle kuyu kazar gibi, hiç kıpırdamaksızın, gizli gizli, zaman içinde ken­di yüce, görünmez labirentini kurdu. Üçüncü per­deyi iki kere elden geçirdi. Saatin sık sık çalması ya da fondaki müzik gibi çok belirgin bazı sim­geleri çıkardı. Acelesi yoktu. Çıkardı, kısalttı, ge­nişletti. Kimi yerde dönüp dolaşıp gene ilk yazdı­ğı metne geldi. Giderek avluyu, kışlayı sever oldu; karşısındaki yüzlerden biri Roemerstadt'ın kişiliği hakkındaki düşüncelerini değiştirmesine yol açtı. Flaubert'e onca musallat olan o kulak tırmalayıcı tınıların yalnızca görsel birer boş inan oldukları­nı, ağızdan çıkan değil, yazıya geçirilen sözcüğün kısıtlılığından, yetersizliğinden kaynaklandığını keşfetti... Oyunu bitirdi. Onu uğraştıran tek bir sözcük kalmıştı. Onu da buldu. Yağmur damlası yanağından aşağı düştü. Ağzı yürek paralayan bir çığlıkla açıldı, yüzü yana döndü, aynı anda dört tüfekten birden çıkan ateşle yere yığıldı.
Jaromir Hladik 29 Mart günü sabah saat do­kuzu iki geçe öldü.