ndd_oyku

Friday, February 02, 2007

disk

j. l. borges

Ben oduncuyum. Adım önemli değil. İçinde doğduğum ve herhalde yakında öleceğim kulübe ormanın kıyısında. Söylendiğine göre bu orman, tüm yeryüzünü kaplayan ve üzerinde benimki gibi tahta evlerin gezindikleri denize değin uzanıyormuş. Hiç denizi görmediğim için, bilmiyorum. Ormanın öbür ucunu da görmedim. Küçükken, ağabeyim ant içirmişti bana ikimiz beraber, tek bir ağaç ayakta kalmayıncaya kadar bütün ormanı devireceğiz diye. Ağabeyim öldü ve şimdi benim aradığım, aramayı sürdüreceğim şey başka. Batı'ya doğru bir ırmak akıyor, bu ırmakta ellerimle balık avlayabiliyorum. Ormanda kurtlar var, ama kurtlar beni korkutmuyor ve baltam beni hiç aldatmadı.

Yıllarımın sayısını hiç tutmadım. Çok olduklarını biliyorum. Gözlerim artık görmüyor. Yolumu kaybederim korkusuyla artık gitmeyi göze alamadığım köyümde beni cimri diye bilirler. Ama ormanda bir oduncu ne kadar servet toplayabilir ki?

Evimin kapısını kar girmesin diye bir taşla kapatıyorum. Bir akşamüstü ağır adımlar duydum, sonra kapıma vuruldu.

Açtım ve bir yabancıyı içeri aldım. Yaşlı bir adamdı, uzun boylu; yıpranmış bir örtüye sarınmıştı. Bir yara izi yüzünü kesiyordu. Yaşı, gücünü azaltacağına, ona daha otoriter bir hava kazandırmışa benziyordu, buna karşın yürümek için bir bastona yaslandığını gözlemledim. Ne olduğunu anım­samadığım birkaç söz ettik. Sonunda:

- Ocağım yok benim, nerede olursa orada uyuyorum, dedi. Bütün Sakson toprağını baştanbaşa dolaştım.

Bu sözler yaşına uyuyordu. Babam hep Sakson toprağından sözederdi; şimdi İngiltere diyorlar.

Ekmek ve balığım vardı. Sessizce yemek yedik. Yağmur yağmaya başladı. Birkaç hayvan postuyla ona, ağabeyimin öldüğü yere bir döşek hazırladım. Gece olunca, uyuyakal­dık.

Evden çıktığımızda gün ağarıyordu. Yağmur durmuştu ve toprak yeni yağan karla kaplıydı. Bastonunu düşürdü ve bana yerden almamı buyurdu.

- Neden sana boyun eğmem gerekiyor, dedim.

- Çünkü ben bir kralım, diye yanıtladı.

Deli olduğunu düşündüm. Bastonunu alıp, ona verdim. Farklı bir sesle konuştu.

- Ben Secgens kralıyım. Birçok kez en şiddetli çarpışma­larında onları zafere götürdüm, ama yazgının belirlediği saat gelince, krallığımı kaybettim. Adım isem, Odin'in soyundan geliyorum.

- Kutlu saymam Odin'i ben; diye yanıtladım, isa'ya inanı­yorum.

Beni duymamış gibi sürdürdü:

- Sürgün yollarında başıboş geziyorum, ama hâlâ kralım, çünkü disk bende. Görmek ister misin?

Kemikli elinin ayasını açtı. Elinde hiçbir şey yoktu. Boştu, işte o zaman şimdiye değin hep kapalı tuttuğunu fark et­tim.

Gözünü benden ayırmadan:

- Dokunabilirsin, dedi.

Kaygıyla, parmak uçlarımı ayasına dokundurdum. Soğuk bir şey duydum ve sanki zayıf bir ışıltı gördüm. Elini aniden kapattı. Bir şey söylemedim. Bir çocukla konuşurmuşçasına sözünü sürdürdü:

- Bu, Odin'in diski, dedi. Yalnız tek yüzü var. Yeryüzünde tek yüzü olan başka hiçbir şey yok. Elimde olduğu sürece kral olacağım.

- Altından mı, diye sordum.

- Bilmiyorum. Odin'in diski bu ve yalnızca tek yüzü var.

Bu diske sahip olma isteği kapladı beni. Eğer benim olursa

satabilirdim, bir altın külçeyle değiştirebilirdim ve kral olurdum.

- Kulübemde gizli para dolu bir sandık var. Hepsi altından ve baltam gibi parlıyorlar. Bana Odin'in diskini verirsen, sandığımı sana veririm, dedim. bugün bile, hâlâ kin duyduğum bu serseriye.

- Reddediyorum, dedi inatla.

- Eh öyleyse git yoluna, dedim.

Sırtını bana döndü. Sırtına indirdiğim bir balta darbesi onu, düşürmeye yetti de arttı bile, ama yere düşerken avucunu açtı ve havada soluk ışığı gördüm. Baltamla yeri işaretledim ve ölüyü kabarmış ırmağa sürükleyip attım.

Eve dönünce diski aradım. Bulamadım. İşte yıllar geçti, aramayı sürdürüyorum.

Friday, January 12, 2007

Sinderella Saati


Gökhan Özcan

I.

önce herşey vardı ve kimse yoktu.

kulenin saati ilan etti son verilere göre gerçek zamanı, adam aynı saati yakaladı ve saatini ayarladı, ondan farkı olsun istemiyordu, bildiği senkronik bir aldatmacaydı dolanan.

yağmuru ve geceleri ve yağmurlu geceleri sevmiyordu adam.

şarkı sözlerini de.

ama yağmurlu gecelerde

dilinde bir eski şarkının kı

rık dö

kük sözleri

sokak sokak dolaşmayı seviyordu işte. çünkü gizli ümidiyle bir yeraltı çağıltısı gün ışığına denkti.

yağmur bir daha yağıyordu. Ne geceye ne güne aldırdı­ğı vardı.

Zamanı ıslatıyor, çürütüyordu.

anlamsız ya da anlaşılmazdı gerçekten.

bulutlara gizlenmişti niyeti;

farzımuhal

bir kadının şehlâ bakışlarıydı.

ıslaktı şehrin sokakları bu yüzden:

yapışKANdı.

ve adam dolaşıyordu durmadan, elinde çocukları.

bir yün yumaklanıyor ya da çözülüyordu durmadan.

saati kuleye ayarlamak yağmura razı olmaktı

yürümekti yalnızca herşey

yağmuru zorlamaktı

uzak bir ihtimaldi:

güneşin doğması

ve havanın çiğli menekşeler gibi taze bir gülüşle açması

uzak bir ihtimaldi.

ölülerse gece ve yağmur ve zamandan çok öteydiler

ve soğuk ve saat lafa tutuyordu kuşkuları.

gece ıslak ve tek başına bir karaltıydı oturan.

Çimler plastik ve avuçlanamaz fon bezleri

yer havuz, gök yağmur yasak bir birleşmeydi zaman.

Ölülerse gece ve yağmur ve zamandan çok öteydiler

mezarlarıydı varlıkları:

kıyıda duran rahatsızlıklar,

boş vazolar kadar yer bulunamazdı onlara.

adamsa yüz vermiyordu korkulara elinde olmayan

aleyhine bir delildi iliklerini zorlayan yağmur.

durmadan saatine bakıyordu adam durmadan

güvensiz bir selamdı inleyen dakikalar.

II.

istese gidebilirdi adam.

"okyanus"lar gidilecek zorunlu yerler değildi.

ama kalmaktan yanaydı içinin önemli ya da önemsiz

bir parçası

ve adam o küçük önemli ya da önemsiz

parçaydı işte.

ters çevirmenin kolaylığıydı

bir kum saatini değerli kılan.

ve herşeye rağmen yağmur

ve yağmura rağmen adamdı herşey.

bir ipin bir ucundan adam çekiyordu

bir ucundan gecenin ıslaklığı

ve yağmurun yapışkanlığı

ve zamanın yoksulluğu.

sonunda birinin elinde kalacaktı.

ya yağmur kalacaktı, ya gece ya zaman

ya adam kalacaktı.

sanki bir yere bağlanacaktı.

III.

istese adam ıslanmayabilirdi.

Ama karşıydı bir kum saatinin yolundan edilmesine

kimi özel fikirleri..

başlayan ve biten olmalıydı askıdaki durusu

bir bıçağın günübirlik kınıydı

ya da kurgulanmış bir cinayet aksayan.

ve razıydı adam körkütük bir yolcuya ulanan

karanlık han sofralarına.

ve tutulmaya elegelmez bir kadının şehlâ gözlerine.

dipsiz bir bilekçeyle bağlamıştı kendini

zamanın kara bakışlarına.

IV.

önce kimse yoktu ve herşey vardı.

adam

istese

ölmeyebilirdi.

V.

kum saati

d

ö

k

ü

1

d

ü

ğ

ü

n

d

e

büsbütün

son sokağın ucunda bir kadın kırmızı elbisesiyle görünecekti, endamı sorulacaktı gölgelere, güzel ve temiz olacaktı elleri, gözlerini süzecekti ihtimal, içinde bir zerre kötülük olmayacaktı, ve adam duracaktı.

içinde onu bu ıslak geceye bağlayan şey sızlayacaktı, ve adam ağlayacaktı, ve kulenin çanları çalacaktı birden, ve birden düşecekti yıldırımlar, gecenin ortasına.

ve herşey aydınlanacaktı, ve kadın vakit geçirmeden bir hayal olacaktı, ve narin bir ayakkabı teki gibi çevrilecekti: "yalnız hüznü olan” bir kum saati.

Wednesday, November 15, 2006

Kış Akşamı, Maşa ve Sandalye

Sait Faik

Odanın sessizliği, bir sandalyenin duruşu, duvardaki saatin tik takı sinirime dokunuyor. Dışarıda kar artıyor. Pencereden görülen manzara dondurucu, içimden bir şeyler yapmak geçiyor. Ama biliyo­rum ki, hiçbir şey yapamayacağım.

Atlasam bir vapura, şehire insem diyorum, şehir umutların, tesa­düflerin, tehlikelerin, gürültülerin içinde her zaman elimin altında bulunan bir sergüzeşt tombalasıdır. Sokarım elimi bu torbaya, çeke­rim 77 numarayı, çinko, 19 numarayı, tombala!

Şehirden tam dokuz mil uzaktayım. Dört tarafım su içinde. Kar, azala çoğala yağıyor. Bir horoz ötüyor, bir çocuk hindi güdüyor. Çan çalıyor, uzaktan bir araba sesi duyuluyor. Tekrar horoz ötüyor.

Bu boş sandalye birdenbire doluvermeli. Kim gelip oturmalı? Hiç kimseyi istemiyorum. Ama sandalye... Bir insan bekler gibi duran san­dalye? Onu yapan sandalyeci yaman adammış doğrusu. Sandalyeye insan bekletmesini bilmiş.

Bir portakal soyup yiyorum.

Bir ara dalmış olacağım ki saatin sesi durmuştu. Gene başladı. Kar gene ufaldı. Mangalın maşasında da sandalyedeki hal var. Birisi tut­sun ucundan onu, bir kor parçasını alsın, -adam üstündeki külü üflesin-cıgarama uzatsın kendini maşa.

Bana öyle geldi ki maşayı satan çingene karısı Mecidiyeköyü sırtlarındaki kulübesinin önünden bu maşayı elinde sallayarak kocasını çağırmış:

- Koca be! Bu maşa başka maşa be! Ateş ister tutsun durup du­rurken yerinde.

- A be keçileri kaçırdın mı? Kehlibar be? Ne söylersin ipsiz sapsız öyle be

- A be derim ki ateş ister bu maşa benden.

Bıyığına ak düşmüş kırk beşlik çingenenin beyazı çok, karası bol, kırmızısı bir alay gözlerinden bir korku sıçramış:

A be bizim karı oynattı, demiştir gibime gelir.

Halbuki çingene karısı da benim gibi, birdenbire bir maşanın duruşunu beğenmiştir. Duruşunu değil, duruşundan bir dost eli, hikâyeler anlatan bir ahbap eli düşünmüştür, görmüştür. Kehlibar şair kızdır, dertli kızdır, yalnız kızdır, garip kızdır. Kocası kıskanç mı kıs­kançtır. Onu öteki kadınlarla maşa satmaya gönderdiği zaman evde dokuz doğurur.

Cigaramı yaktım. Karşımda lapa lapa kar yağıyor. Birdenbire bir sevinç kuvvetli bir sevinç hissi kaplıyor beni. Nereden geldi bu sevinç bilmem? Sıkıntımın içinde nasıl belirdi? Sıkı bir iskarpin içinde yumu­şak, mini mini latif bir kadın ayağına benzer, bu sevinci ne etmeli?

Perdeyi sıyırıp karın hâlâ yağıp yağmadığını, yarın sabah mekte­be giderken içleri al yeni lastiklerimle karları gıcırdatıp gıcırdatamayacağımı düşündüğüm çocukluk günlerimden kalma bu sevinci nere­ye asmalı? İki baş sarımsak bir nazar boncuğu ile? Sonra kızılcık ağacının dibine kuş yemi, darı, mısır, buğday atılacak; evden bir elek ge­tirilecek; eleğin kenarına bir sopa konup kaldırılacak; sopaya bir ip bağlanacak; ip evin alt katındaki pencerede mavi, mavi bakan çocuğa atılacak -ucuna taş bağlanıp-; sonra eve girilecek; sac sobanın üstün­de kuruyan mandalina kabuğunu sıcak sıcak ağza atıp pencere kena­rında, kapana girecek serçe beklenecek...

Hey zavallı, budala çocukluk! Şimdi sen bile yoksun, sesin o ka­dar uzaklardan geliyor ki, mezardan çıkıyor bu ses diyecek gibi olu­yorum.

Rüzgâr damdan dama geçiyor. Kurşun bir kubbeden kayıyor. Gök­te bir gölge belirdi. Camların buğusundan büyüyen bu gölge birdenbire bir karga oluverdi. Geldi, evimin karşısındaki kiliseye kondu. Hem de başka yer yokmuş gibi tam putun üstüne.

Yıldız poyraz çılgıncasına esiyor. Şimdi darı taneleri gibi ufak ve sert bir kar, ölü gibi morarmış eski karların üstüne canlı, sarımsı bir renkle düşüyor.

Sokağa çıkmalı, bir kahveye gitmeli, İstanbul'a inmeli mi, inmemeli mi diye düşünmeli. Bir vapur kaçırmak. Sonra ortalık kararınca bastona dayana dayana eve dönmeli. Oturmalı, okumalı. Hep aşk hi­kâyeleri okumalı. İnsanların birbirini sevmeye buradan başladığını sanmalı. Kapanmalı yalnız kendi kendimizi düşünen varlığımıza, ha­yatımıza. Dışarıya burnunu bile uzatmamalı. Ne mangallıyı, ne mangalsızı, ne kaloriferliyi, ne ateşsizi, ne hastayı, ne açı düşünmeli; salmalı kendini hülyaya, gerine gerine aşk hikâyeleri okumalı.

Beklesinler dursunlar maşa ile sandalye. Eşekler! Kuşlar hâlâ gök­yüzüne fırlayıp yere keskin gözleriyle bakadursunlar. Bakalım bir lok­ma, bir tek darı tanesi görebilirler mi?

Kar yağıyor. Kimi kürkü, kimi çizmesi, kimi lastiği, kimi çivili kundurası, kimi bastonu ile evine dönüyor.

Berbat şey şu kış! Kötü şey, kötü! Bakma şatafatına! Bakma man­zarayı İsviçre'ye çevirişine...

Kalktım. İnsan bekleyen sandalyeyi masanın altına sürdüm. Son­ra mangalın üstünde el bekleyen talihsiz maşayı külden çıkardım; mangalın kenarına yatırdım. Kar da, rüzgâr da durmuştu. Köyün için­de ses seda yoktu. Gökyüzü kapkaranlıktı. Orada uzun, bitmez tükenmez bir kış gecesi durmuş dinleniyor, yeniden kar topluyordu. Önce pencereyi, sonra ağzımı açtım; kış gecesine sunturlu bir küfür, Kumkapılı bir Ermeni balıkçı küfürü salladım.

Tuesday, November 14, 2006

Beyaz mantolu adam

Oğuz Atay

Kalabalık bir topluluk içindeydi. Başarısızdı. Parası yoktu. Dileniyordu. Caminin önündeydi. Büyük bir camiydi bu. Minareleri, kubbeleri, kemerleri ve parmaklıklı pencereleri filân hepsi tamamdı. Özellikle avlusu: dilenenler için en önemli yer. Bir kenarda duruyordu. Hiçbir hüner göstermediği için ya da acındırıcı bir garipliği olmadığı için ya da kendisini çevreden ayırıp başarısızlığına üzülecek kadar düşünemediği için dilenirken de başarısızdı. Küçük kaplar içinde mısır satmadığı için, çocuklarla ve kuşlarla birlikte, başkaları adına sevap işleyemezdi; ayrıca, ne kırmızı cüppeli bir müneccime benzeyen ihtiyar gibi tekerlekli ve meşin duvarlı ve öğle tatilinde ön duvarı bir kepenk olup sahibini kapatıveren kulübede yaşıyordu, ne de şişman kötürüm gibi nazar boncuklarını ve tespihlerini ve çakmak taşlarını artık satamadığı anda gaz pedalına basıp motosikletli tezgâhıyla oradan hemen uzaklaşabilirdi. Sermayesi ve görünür bir sakatlığı yoktu. Belki, yoldan geçen birini durdurup, hastaneden yeni çıktığını ve hemşerisi inşaat çavuşuna gidecek parası olmadığını söyleyerek köylü taklidi yapabilirdi; fakat, konuşmadığı için, bu bakımdan da basan kazanması oldukça güçtü. Caminin duvarına yaslanmaktan başka ilgi çekici bir eylemde bulunmuyordu. Hatta henüz avcunu açma teşebbüsüne bile geçmemişti. Bununla birlikte, güvercinlerin ve mısır kaplarının ve caminin eğimli bir duvar çıkıntısına dizilen cinsel ve dinsel kitapların ve halkı bazı toplumsal kötülüklere karşı uyaran ve ağaç gövdelerine sarılan gazetelerin ve makbuz mukabili iyilik işleriyle uğraşanların yoğunlaştığı sırada, onu sakat sanan başörtülü ve çarşaflı kuru bir kadın, bu gönülsüz dilencinin avcunu çevirerek içine biraz para koydu. Belki de o sırada oldukça yüksekte duran güneş yüzünden gözlerini kırpıştırdığı için paraya bakmadı; belki de gözü, caminin iç avlusunda oynayan çocuklara takıldığı için avcunu kapamayı unuttu. Bütün bunlar, günün ilk hayırseveri biraz uzaklaştıktan sonra olmuştu. Kadın onun yüzüne bakarken, bilerek ya da bilmeyerek hiç oynatmamıştı gözbebeklerini. Bu yüzden ilk müşterisi onu kör sanmıştı. Avcuna düşen başka bir paranın sesiyle kendine gelir gibi oldu: Kendisi gibi elbisesi yırtık, sakalı uzamış bir adam gördü başını kaldırınca. Sonra, eski bir halıdan yapılmış torbasını sinirli hareketlerle karıştırarak bozuk para çantasını arayan genç kız çıktı karşısına; büyük bir para elini ağırlaştırdı, öteki bütün paraları kapadı.
Kucağındaki kundak çocuğuyla karanlık bir kadın çömeldi yanına. Bir süre, iki leke gibi, duvara dayalı durdular. Sonra, açık leke avlunun ortasına doğru yürüdü. Kırmızı cüppeli ihtiyarın kulübesinden bir baston uzandı bacaklarına; neredeyse düşecekti. "Beni gölgeye götür delikanlı," diye söylendi ihtiyar, aksi bir sesle. Kulübesi, tekerleklerin doğrultusunda itilince, "Oraya değil," diye tepindi kırmızılı müneccim ve dışarı çıktı; istediği yöne çevirdiler tekerlekleri.
İhtiyar, kulübesinin açık yanını hırsla örttü; başka bir duvarından küçük bir pencere açtı. Oradan öfkeyle baktı avluya.
Gölgede bıraktı ihtiyarı; gitti duvara yaslandı ve paralarını seyretti.
"Sağlam adamsın; utanmıyor musun dilenmeye?" Şişman bir adam duruyordu yanıbaşında: "Bir iş verilse çalışmazsın." Şişmanın yerde duran bavuluna baktı, iki eliyle tutup kaldırmaya çalıştı yükü; başaramadı. Sonra bir hamal gördü uzakta, becerikli. Onun gibi yaptı: Çömelerek sırtını bavula dayadı, sapı kavradı; olmadı. Şişman adamın da yardımıyla yüklendi sonunda.
Yolda, "iki buçuk liradan fazla vermem," dedi ince sesiyle şişman. Yanyana yürüdüler. Rıhtıma yaklaşınca sırtındaki yükle birlikte yere çöktü. Bavul sahibi durdu ve bir süre kararsız kaldı; sonra uzattı parayı. Galiba ona biraz acımıştı. Vapura da girebilirdi ayrı bir ücretle; fakat, hamallar örgütünün duvarını yaramadı. Sonra, vapur iskelesinin duvarında dilendi biraz. Yeniden yük taşıma ihtimali belirince caddeye doğru itildi. Biraz hırpalanmıştı, hafifçe sallanıyordu olduğu yerde. Onu, günün bu saatinde sarhoş olmakla suçlayanlar çıktı; gene de oldukça iyi iş yaptı. Sonra gene bavul, sandık filân (rıhtıma kadar). Onu sağlam sananlarla sakat sananlar arasında gitti geldi. Belki daha çalışacaktı. Fakat, iyi giyimli bir bay, ona para vermek için tam elini cebine soktuğu sırada, yanlarından geçen bir kadının kucağındaki çocuk bu kılıksız adama, bakarak ağlamaya başlayınca parayı beklemeden yürüdü; hemen karşı kaldırıma geçti.
Cami avlusuna gelince bir kemerin altına girdi, loş ve serin duvarın dibinde parasını saydı; sonra karşı duvardaki simitçiye bütünletti, biraz da bozuk para kaldı. Yürüdü, kalabalık bir sokağa çıktı; insanların arasına karıştı yeniden. Yorgun ve terli iki hamalın ortasında duran oymalı, yaldızlı büyük bir boy aynasında kendini seyretti: Ceketi yoktu, gömleği parça parçaydı. İstemeyerek iki serserinin kavgasına karıştığı, onlara aracılık ettiği bir sırada yırtılmış olan gömleğinin parçalarını üstüste getirdi aynaya bakarak; pantolonunu tutan ipi çözdü, daha sıkı bir düğüm attı. Sonra aynayı götürdüler; yırtık pantolonunu ve çorapsız ayaklarına geçirmiş olduğu lastikleri seyredemedi. Yavaş yavaş yürüdü; dar ve kalabalık sokaklardan, dar ve kalaba¬lık sokaklara geçti. Yürüyen insanların gürültüsüne sokak satıcılarının sesleri katıldı. Sonra satıcılar, belirli ve sabit yerler almaya başladılar kaldırımlarda: Önce kısa ayaklı tezgâhlar göründü; tezgâhlar yükseldi, sırıklar ve tentelerle donandı. Güneş ve binaların üst katları kayboldu; sıcak azaldı ve sokakların üzerinde yürüyecek yer kalmadı. Nereye asıldıkları belli olmayan elbiselerin ve kumaşların arasına sıkıştı; durmak zorunda kaldı. Rüzgârın ya da gelip geçenlerin salladığı beyaz bir manto süründü yüzüne. Uzun ve aydınlık bir manto. Kloş etekli, kocaman düğmeli bir hayalet; geniş yakalı, serin.
Hafif bir rüzgâr çıktı; iriyarı, esmer ve görünüşü taşralı satıcının elbiselerini belli belirsiz dalgalandırdı. Yalnız beyaz manto kımıldamadı; ağır bir kumaştan yapılmış olmalıydı. Bir süre durdular mantoyla karşılıklı. Onu seyreden satıcı, sessizliği bozdu sonunda: "Ne o? Satın mı alacaksın?" Karşılık vermedi. Gülümseyerek yere tükürdü satıcı; yüzünde yarı kurnaz, yarı ilgisiz bir ifade vardı. Önce satıcıya, sonra tekrar mantoya baktı, elini cebine soktu. “Dur bakalım, bir giydirelim hele.” Çevresine bakındı satıcı, oyuna katılacak birilerini aradı. Karşı kaldırımdaki küçük meyhaneden bir adam izliyordu onları; dirsekleri tezgâha dayalı, elinde birası, gülmeye hazır bekliyordu. Başka ilgilenen yoktu.
Manto vücuduna yapıştı. Satıcı hızla çevirdi onu; etekler dönerek açıldı. Meyhanedeki adam bu kadarını beklemiyordu; birden gülmek zorunda kaldığı için ağzındaki bütün birayı ileri püskürttü. Satıcı kendine geldi: "Kadın mantosu bu, hemşerim; sana olmaz." Mantoyu aceleyle çıkarmak istedi müşterinin üstünden. Satıcının elini itti ya¬vaşça; mantonun içinde, telâşla pantolonunun cebini aradı. “Çok pahalı, sen alamazsın," dedi satıcı son bir çabayla. Yüz elli lira. Kadın mantosu. Deli misin sen?" Satıcıyı dinlemiyordu. Bütün parasını uzattı bir top halinde. Satıcı yı¬ğını açtı istemeden; önce içindeki bozuk paraları ayırdı, sonra kâğıt paraları saydı.
"Kırk beş lira," dedi sevinçle. "Dünyada olmaz. Çıkar mantoyu." Çıkarmadı.
"Yüz yirmi beş lira maliyeti var," diye tepindi satıcı. İlgilenmiyordu satıcıyla. Eteklerinin nereye kadar indiğine bakıyordu: Ayak bileklerine geliyordu neredeyse.
"Gülünç olursun," diye diretti satıcı. "Yüz liraya verdik diyelim. Nerede para?" Meyhanedeki adam kendine gelmişti. Göğsündeki sancı geçmişti. Fakat gülmek de gittikçe zorlaşıyordu. Bununla birlikle, satıcıyı tuttuğunu belirten gözlerle izliyordu olayı. Satıcının neşesi kaçmıştı; sadece, durdurulması güç inadı kalmıştı ortada. "Otuz lira daha ver öyleyse," dedi. "Başına geleceklere de karışmam."
Beyaz mantosuyla topuklarının çevresinde döndü; ilk defa gülümsedi çevresine bakarak. Sonra, sanki bir daha hiç gülümsemeyecekmiş gibi mahzunlaştı birden. Meyhanedeki müşteri, olaya sırtını çevirdi. Satıcı yalnız kalmıştı. “Allah belânı versin,” dedi. “Al şu pis bozukluklarını da." Mantonun cebindeki eli çıkardı dışarı ve madeni paraları bir bir içine koydu. "Şimdi artık inanmazsın ama, bu sabah ihtiyar bir kadın getirmişti; vallahi tam otuz beş lira verdim bu mantoya. Kadın eşyası bu, kolay satılmaz ki." Sesi öfkeliydi.
Beyaz mantosuyla kalabalığa karıştı. Tentelerin bittiği yerde gökyüzüne baktı. Yerdeki bir su birikintisinden güneşle birlikte yansıdı. Sonra su birikintisi kalabalıklaştı; lekesiz görüntüsünü, irili ufaklı gölgeler çevirdi. Mantosunu seyretmek için eğilince, henüz şaşkınlığı geçmemiş ve onu nasıl karşılamak gerekliğini bilemeyen topluluğu gördü suyun içinde. Mantosunun eteklerini kirletmemek için su birikintisinin çevresinden dolaştı. Onu doğrudan doğruya izlemek isteyenler suyu geçmeye çalışırken ıslanarak yarı yolda kaldılar.
Arkasına bakmıyordu. Adımlarını sıklaştırdı. Konuşulmuyordu; fakat ne de olsa topluluğa katılanlar gittikçe arttığı için hafif bir uğultu geliyordu peşinden. Yüksek duvarlarla çevrili küçük bir cami avlusunu geçtiler. Meydandaki kahvenin gölgesinde serinlemek için kalanlar olduysa da, çaylarını çoktan bitirerek ne yapacağını bilemeyenler onların yerini aldı. Çok kalabalık sayılmazlardı; gene de, avlunun kemerli kapısını geçerken hafif bir itişme oldu. Sonra, karşılarına çıkan beklenmedik birkaç basamaktan inilirken yaşlıca bir adam, iki çocuğun üstüne düştü. Küçük bir karışıklık çıktı. Bazıları da duvarlardaki, işçi arayan yüzlerce ilana kapıldı bir süre. Kısa bir duraklama dönemi geçirildi. İki duvar arasına sıkışmış basamaklardan kurtularak genişledikleri zaman biraz ferahladılar doğrusu; fakat, mantolu adamı bulamadılar. Gitmişti. Bazı küçük tartışmalar çıktı; iş arayanlara ve henüz, düştüğü basamaktan kalkma fırsatını bulamayan ihtiyara çatıldı. Bir sonuç alınamadığı için kalabalık dağıldı.
Yakıcı bir güneş vardı. Adımlarını yavaşlattığı halde, alnından kayan ter damlaları sakalını ıslatıyordu. Büyük bir köprünün üstünde parmaklıklara yaslanarak bir tarak satıcısının gölgesine sığındı. Mantosuyla, sakalıyla ve gelip geçenlerin üzerinden aşan bakışlarıyla satıcıya yararı dokundu; işsiz güçsüz takımından, onu seyretmek için duranlar oldu; ağır yük taşıyanlar, tam orada dinlenmeyi uygun buldular. Birkaç tarak satıldı bu arada. Hareketsiz, ifadesiz, öylece durduğu için önce yanına yaklaşamadılar. En çok konuşulan yabancı dilden bildikleri birkaç kelimeyi onun üstünde deneyenler çıktı. “Bu adam turist değil,” dedi birisi. “Kendini yutturmaya çalışıyor.” Bir başkası da yabancı dilden bir küfürle yokladı onu. Karşılık alınamadı. Cebinden Amerikan sigaraları görünen bir tombalacı, “Yok yahu, bu herif İngiliz,” dedi. O dilden de küfür edildi. Sonra ona dokundular, mantosunun eteklerini çekiştirdiler, canlı olduğu anlaşıldı. Yürüdü, oradan uzaklaştı.
Köprü uzundu; başka satıcıların yanında da dikildi bir süre. Hattâ bir tanesi, filtreli sigaralar satan kasketli bir genç, kendi yerine bıraktı onu, çişe giderken. O kısa süre içinde beş paket sigara, üç kibrit satıldı. Satıcı dönünce de birer filtreli sigara yaktılar kendi tezgâhlarından; parmaklıklara dayanıp, balık tutanları seyrettiler konuşmadan. Mantosunun üst iki düğmesini çözdü, gene de serinleyemedi. Alnına biriken terleri mantosunun geniş yakasıyla sildi. Köprünün ucuna çevirdi güzlerini; karanlık sokaklar vardı orada. Mantosunu ilikledi, eliyle belirsiz bir hareket yaptı satıcıya ve ayrıldı oradan.
Yüksek binaların koruduğu dar bir sokakla bir vitrinin önünde durdu. Kendini seyretti. Kumaşların, elbiselerin ve satıcıların dükkânlardan taştığı bir sokaktaydı. Müşterilerin yolu kesiliyordu. Bir süre sonra, vitrinin gerisinden gözetlendigini sezdi. Şişman dükkân sahibi, düşünceli küçük gözleriyle onu süzüyordu. Sonra, geniş bir gülümseme kapladı yuvarlak yüzü; gözler kısıldı, kayboldu. "Baksana sen buraya," diye seslendi, şişman gövdesiyle kapıyı tutarak. “Nereden buldun o mantoyu?” Baktı; karşılık vermedi. Başka birisi yaklaştı o sırada yanma, kolundan tuttu. “Hey mister!” dedi. Anlamadığı dilden bir şeyler anlattı. Olmadı. Sözlerini elleriyle destekledi; ayrıca, kollarıyla da açıklamaya çalıştı ne istediğini. Olmadı. Yerde duran bavulunu açtı, saydam kâğıtlara sarılı gömlekler çıkardı içinden ve mantolu adamın eline tutuşturdu. Parmağını mantonun büyük düğmelerinden birine dayadı, “Sen turist,” dedi. “Sen getirmek gömlek Fransa Almanya. Yok para. Satmak.” Gene de anlaşıldığından kuşkuluydu. Onu vitrinin önünde öylece bıraktı, sokağın köşesine gitti. Şişman adam, dükkânının kapısında sonucu bekliyordu. Biraz sonra kırmızı pantolonlu, göğsünün kılları gömleğinin çiçekleri arasından kara bir çalı gibi fışkıran bir genç durdu önünde; gömleklere baktı: “How much?” dedi. Genç adamın yüzüne bakıldı sadece. Sokağın köşesindeki asıl satıcı hırsla ayağını yere vurdu. “Herif esrarkeş,” diye homurdandı. Kıllı genç müşteriyi kaçırmamak için yanına yaklaşarak, “Sağırdır,” dedi telâşla. “Yüz liraya veriyor.” “Pahalı,” dedi kırmızı pantolonlu genç. Asıl satıcı, mantolu adamın yüzüne öfkeyle baktı; kararsız durdu bir süre, sonra kulağını onun ağzına dayadı. “Seksen liraya indi,” dedi aceleyle. “Ben dilinden anlarım.” Mantolu adam, satıcının aracılığıyla sessiz bir pazarlık yaptı. Altmış liraya satmış oldu gömleği sonunda. Bir saatten az bir süre içinde bitti gömlekler. Mantonun cebine on lira konuldu ve “Goodbye,” denildi, uzatmadığı eli sıkı¬larak. “Çok şahane!” diye bağırdı şişman dükkâncı. “İçeri gelsene biraz.” Durdu, düşündü: “Öyle ya, anlamaz.” Bavullu satıcının yolunu denedi: “Sen gelmek dükkân burda,” dedi ve daha fazla beklemeden onu kolundan tutup içeri çekti. Tezgâhtarla birlikle bir süre çevresinde dolaşarak ondan ne yapabileceklerini düşündüler. “Herif de manken gibi duruyor ortada. Eline kumaş topunu verip sattıramam ya!” Bir süre daha çevresinde dönüldü. “Manken,” dedi şişman dükkâncı gene, başka söz bulamadığı için. Bir süre de tezgâhtarla birlikte söylendiler “Manken, manken,” diye ve çok sonra akıl ettiler onu manken olarak kullanmayı. Bir süre de “Canlı manken!” diye bağırdılar sevinçle. Sonra onu vitrine doğru ittiler, orada durması için (ona başka türlü söz dinletilemiyordu ki). Tam vitrinin çıkıntısı¬na doğru adımını attıracakları sırada, “Ayakları çok kirli, pantolonu da öyle,” diyerek patronunu uyardı tezgâhtar. Onu durdurdular. Ayakkabılarının üstüne ve pantolonu¬nun alt tarafına biraz beyaz bez sarıldı. Mantonun örtemediği kısımlarıyla müzedeki bir mumyaya benzer gibi oldu. Kollarından tutup vitrine çıkardılar. “Böyle put gibi dur¬masın,” dedi tezgâhtar. “Güzel bir poz verelim ona.” Gene düşündüler. “Kollarını açalım,” dedi patron. “Vitrini dol¬dursun.” “Yorulur, kollarını oynatıp durur.” Naylon iplerle tavana asmaya karar verdiler sonunda kolları. Bir kolu ileri uzattılar, bağladılar ve ipi vitrinin üstündeki bir çiviye tut¬turdular. Öteki kolu da, duvarda boşalttıkları bir rafa yer¬leştirdiler. Onların çalışmasını seyretmeye başladı birkaç kişi. Sonra, vitrinin önünde birikenlerin sayısı çoğaldı. “Cansız bu, kukla,” diyenler çıktı. Tezgâhtar, kapının önünde bağırıyordu: “Canlı manken mağazasına buyurun! Serinletici kumaş çeşitlerimizi görün. İşte, büyük fedakâr¬lıklarla Kuzey Kutbu'ndan getirtmiş bulunduğumuz Canlı İsveç Mankeni, bu sıcağa ancak hafif kumaşlarımızı giye¬rek katlanmaktadır. İşte, koca manto, onu terletmemektedir. Kumaşlarımızla bir kuş gibi havalarda uçarak sizlere en canlı ve en gerçek reklamı yapmaktadır. Saran Kumaşları yalnız mağazamızda. Mallarımızın ve mankenlerimizin taklitlerinden sakınınız. Israrla arayınız!"
Önce, onu yakından görmek isteyenler içeri girdi. Bir ka¬dın, ağlayan çocuğunu omzuna çıkararak kalabalığı yarmaya çalışıyordu. Sonra kumaşlara da baktılar. Genç kadınlar onun mantosunu da tuttular, aynı kumaştan olup olmadığını anlamak için. Mantonun etekleri açıldı, pantolonun yırtık dizleri göründü. Tezgâhtar, müşterinin az olduğu bir sırada onun iki bacağına bir kumaş daha sardı. Patron da kloş etekleri açarak ona yardım etti. Eteklerin bu durumu ikisinin de hoşuna gitti ve yelpaze gibi açılmış uçları iğneyle oraya buraya tutturdular. Mantolu adam bütün vitrini kaplamıştı. Ondan başka hiçbir şey görünmüyordu. Bunun üzerine, omzundan, kollarından biraz kumaş sarkıttılar.
O gün öğle tatiline kadar iyi iş yapıldı. Tezgâhta yemek için oturup sefertaslarını açtıkları zaman, “Ona da bir şeyler vermeli,” dedi patron. “Yığılır kalır sonra.” Vitrine gitti, onu çözdü, serbest bıraktı. Altına bir tabure çektiler tezgâhın önünde. Sefertasının kapağına kuru fasulyeden ve makarnadan biraz koydular; iki küçük parça ekmeği çatal gibi kullanarak yemeğini yedi. Dükkânın arkasındaki lavabo¬dan, musluğa elini uzatarak biraz su içti. Yere oturdu, sırtını tezgaha dayadı; ona bir sigara verdiler. Biraz saygı uyandırmış olmalı ki, patron yaktı sigarasını. Sonra omzuna vurdu ve tezgâhtara döndü, "İşimize yaradı, değil mi?" di¬yerek güldü. "Yoruldun mu?" dedi tezgâhtar, patrona bakarak. Karşılık vermediği için onunla konuşmak zor oluyordu. Sigarasını bitirdi, bir süre daha oturdu. Sonra yavaşça doğrularak kalktı, kapıya yöneldi. "Nereye gidiyorsun?" diye bağırdı patron. "Fena mı, para kazanıyorsun işte." Durmadı. Arkasından koştular, cebine biraz para sıkıştırdılar. Patronun, mantonun üstünde unuttuğu iğnelerle ve kollarından sarkan iplerle, beyaz bezler sarılı ayakkabılarını sürükleyerek yürüdü gitti. Omzunda kalan küçük bir kumaş parçası da sokağın köşesini dönerken yere düştü.
Dik bir yokuşun başına gelince durdu. Kaldırımın kenarına oturdu. Elinin tersiyle alnına biriken terleri sildi. Çevresine baktı: İlerde, bir elektrik direğine tutturulmuş otobüs durağı levhasına takıldı gözleri. Ayağa kalktı, bir iki adım attı, gene durdu. Tezgâhtarın ayağına sardığı bezler çözülmeye başlamıştı. Belindeki ipi çıkardı, yere koydu. Kaldırımın kenarında duran bir taşla ipi ortasından ezerek ikiye ayırdı, sargıların üstüne bağladı. Durağa doğru yürürken, mantosunun üstünden pantolonunu çekiştirdi durdu. Bir yoğurtçu geçti yanından; durağın arkasındaki eski bir evin kapısından girerken ona çarptı. Mantolu adam sendeledi, kapıya baktı; karanlık bir avluda kayboldu yoğurtçu. Sonra esmer, kara gözlüklü, dökülmüş siyah saçları yağdan birbirine yapışmış bir baş çıkmaya başladı kaldırımın içinden. Mantolu adam baktı; Birkaç basamakla inilen bir boşluk gördü yerin altında. Gözlüklü kafa büyüdü, yükseldi; bir adam oldu. Kolunda bir sürü kemer taşıyan eskimiş bir adam. Koyu renkli bir kemere uzattı elini mantolu dilenci. Mantosunun düğmelerini çözdü; fakat, kemeri geçirecek bir yer bulamadı pantolonunun belinde. Biraz yukarı çekiştirmek istedi pantolonunu; alt taraftaki sargılar, ipler izin vermedi. Ümitsizlikle kemerciye baktı; sonra da kemere baktılar birlikle. Kemerci, çıktığı deliğe yöneldi, bir süre kayboldu. Kocaman çengelli iğnelerden yapılmış bir zinciri tutarak çıktı ortaya. Pantolonunun beli mantonun iç kıs¬mına bu iğnelerle tutturuldu. "Üstüne takarsın kemeri artık," dedi gülerek. "Daha fiyakalı olur." Öyle yaptılar. Mantosunun cebinden çıkardığı kâğıt paralardan birini uzttı. Kemerci paraya baktı, sonra aldı ve yandaki bakkala girdi. Paranın üstü, bir şişe ucuz şarap ve küçük bir kutu domates salçasıyla çıktı dışarı. Paranın üstünü verdi, şarabıyla salçasını deliğinin yanına koydu; birkaç yudum içtikten sonra mantolu adama uzattı şişeyi. Onun almadığını görünce, tekrar yerin altında kayboldu. İçerken insanın ağzını kesmesin diye kenarları düzeltilmiş boş bir konserve kutu¬suyla döndü. Teneke, şarapla dolduruldu mantolu adam için. Deliğe inen merdivenin duvarına oturdular, ayaklarını aşağı sarkıttılar, birlikte içtiler. Bu arada bir otobüs kaçırıldı; ikinci otobüs gelmeden de şarap bitti. Otobüse birlikte bindiler. Paraları kemerci verdi ve yokuşun üst başında, mantolu adamdan iki durak önce indi.
Arka sahanlıkta yalnız kalınca ileri yürüdü. Şoförün ya¬nına varmak üzereyken bir fren sırasında ön koltuklardan birine oturdu istemeden. Karşı sırada oturan bir adam gülümsüyordu. Önce aldırmadı gülümseyen adama. Fakat gülümseme bitmedi. Telâşlandı, kemerini düzeltti. Gülümseme bir türlü durmuyordu. Yakasına, eteklerine, sargıların üzerindeki iplere baktı; Hayır, çözülmemişti. Uygunsuz bir durumu yoktu kılığının, biraz ferahladı. Gülümseyen adama tatlı gözlerle baktı. Kendisine bakılmadan gülümsendiğini anladı sonunda. Cebindeki küçük bir radyonun ince bir telle sol kulağına taşıdığı ve otobüste kendisinden başka kimsenin bilmediği bir müziğe gülümsüyordu adam.
Geniş bir meydanda otobüsten indi. Küçük bir boyacı, sandığını koydu yanına. "Tozunu alalım mı abi?" dedi. Ayağını özenle koydu sandığın üstüne; sargıların arasında¬ki kirler, beyaz bir fırçayla özenilerek temizlendi. Sonra, güvercinler için mısır aldı; kollarını iki yana açarak serpti kuşlara. Parkın girişindeki duvarın üstünde oturan kasketli bir genç, yanındakine, "Put gibi olmuş, şuna bak," dedi. "Çarmıh," diye düzeltti öteki. Güldüler.
Parkın kapısında 'Otuz iki dişe,keman çaldıran' bir şişe gazoz içti. Gölgedeki banklardan birine oturdu. Bir ihtiyarın, dişleri olmadığı için, pek anlaşılmayan dertlerini dinledi. Derli toplu insanlar, dinlenmek için başka yerlere gittiklerinden kimseye garip görünmedi kılığı, kimsenin gözüne çarpmadı. Sonunda, ihtiyarın isteği üzerine, onu durağa götürdü koluna girerek. Parktan çıkarken gene peşine takıldılar. Önce çocuklar. Durağa oldukça kalabalık geldiler. "Allah belasını versin bu pis yabancıların," dedi birisi; gömleğini pantolonunun üstüne çıkarmış, bütün yüzü bıyık içinde kara bir adam. "Bedava yaşıyorlar bu ülkede." Arabasının kapısına dayanmış, müşteri beklerken, yağlı, kıymalı bir şeyler yiyen şoför de bu düşünceye hak verdi; "Paramızın değeri de bu yüzden düşüyor abi." İhtiyar, mantolu adamın kolunu çekti, "Beni karşıya geçirin," dedi. Bir taksi geçerken onlara hafifçe dokundu, durdukları halde. Dönüp baktılar. "Ne bakıyorsun?" dedi, pencereden uzanan kafa. Geri çekildiler, onları izleyen kalabalığa çarptılar. İhtiyar, mantoyu çekiştirip duruyordu. Hızla geçen arabalar yüzünden bir türlü ulaşamadılar karşıya. Bir iki atılıştan sonra kaldırımın kenarına sığındılar. "Hepsi de esrarkeş bunların. Ezersin başına belâ." Şoförle bıyıklı birer sigara yaktılar. "Adama bak," dedi bir kadın kocasına. Bak¬tılar. "Çocuklar kâğıttan kuyruk takmışlar arkasına." Güldüler. Çocuklarla arabaların arasına sıkışıp kalmıştı; ihtiyar adamı bulamadı. Kalabalık arttı. "Ayakları sargı içinde." "Cüzzamlı olmasın." İtişerek çekildiler. Hiçbir şeyden korkmayan çocuklar, yani çocukların hepsi, eleklerini tutarak çevirdiler onu. "Karnına çengelli iğneler takmış." "Kol¬larına ipler bağlı." "Sakın tımarhaneden kaçmış olmasın." "Deli bu, mantonun üstüne taktığı kemere bakın." "Manto mu?" "Kadın mı?" "Ne kadını? Kafadan manyak." "Polis çağırın " Gözlerden kurtulmak için başını kaldırdı. İlerde, köprünün üstünde bir adam onun filmini çekiyordu. "Abi bunlar filim çeviriyorlar." Bütün gözler köprüye çevrildi. Bu kısa süreden yararlandı, sırtını köprüye döndü, adımlarını hızlandırdı. Sonra koşmaya başladı. Uzaktan hızla geçen bir trene doğru koştu; bir duvardan atlarken düştü, bir telörgü elini kanattı. Demiryoluna ulaştı sonunda. Hat boyunca ilerledi. İstasyona vardığı zaman soluk soluğa ve ter içinde yığıldı yere. Kalkarken etekleri dolaştı ayağına, düştü. Sonra, geri geri giderek uzaklaştı istasyondan. Kadınlar helasının duvarına dayandı. Bir iki tren geçti, istasyon tenhalaştı. O zaman gişeye yürüdü. Gişedeki memur onun suratına baktı ve bu konuşmayan adama ikinci mevki bir bilet verdi. Trende, sarı tahtaların üstünde, kendisi gibi kirli, kendisi gibi yorgun, kendisi gibi çevreye ilgisiz insanlarla birlikte yolculuk etti. Yasak levhasına rağmen onlarla birlikte, onların ikram ettiği sigarayı içti. Pencereden denizin göründüğü bir istasyonda da trenden indi. Üzerinde 'Halk Plajı' yazılı bir kapıdan girdi. Kumların üstünde bir süre dolaştıktan sonra, yün ören ihtiyar bir ka¬dının boş bıraktığı sandalyeye oturdu. Önce, kumda top oynayan gençlerin ilgisini çekti. Birbirlerini iterek onu işaret ettiler. Kafasına bir iki top attılar. Bir toptan kaçmak isterken sandalyesiyle birlikte yere yıkıldı. Çevresine toplandılar. Çıplak bacakların duvarından ürktü, gözlerini kapadı. "Sarası var," dedi öndeki gençlerden biri. "Ayakları da sargılı. Kötü bir hastalığı olmalı," diyerek geri çekildi yassı burunlu bir genç kız. Kalabalık büyüdü, arka sıralara düşenler onu görmek için iliştiler; çevresindeki çember daraldı. Ayağa kalkmadı artık. Üçüncü sırada duran uzun bıyıklı bir genç, kalabalığı yardı. "Ne bunaltıyorsunuz hasta ada¬mı," diyerek ön sıradakileri itti. Onların yerini hemen başkaları aldı. Kalabalık, bir bütün olarak, yere çakılmış gibi hiç kımıldamadı. Konuşmadılar da. Sadece seyrettiler onu. “Bacaklarını havaya kaldırın,” diye bağırdı arkadan biri. "Suları aksın." Bu sözleri duyan bir görevli, duruma el koymanın zamanı geldiğini düşünerek, boğulmakla olan adama gerekli müdahaleyi yapmak üzere ön safa geçti. Kızgın kumlar ve manto ve kemer ve sargılar yerdeki adamı yakı¬yordu; kalabalık da hava almasını engelliyordu; artık, yü¬zünden akan terleri silmiyordu. Onun uygunsuz durumunu tespit eden görevli, mantolu adamı uyardı: "Bu kılıkla bulunamazsın burada." "Mantosunu çıkarsın!" diye bağırdı ön sıradan biri, vücudu kumlarla sıvanmış gibi kıllı bir karaltı. “Belki de içinde bir şey yoktur,” dedi mahzun görünüşlü bir genç, yanındakine. “Ben buna benzer bir şey okumuştum bir yerde.” “Burayı hemen terkedin,” diye diretti görevli. "Halkın huzurunu ihlâl etmeye hakkınız yok." Uzun bıyıklı genç onu savundu: "Elbiseyle oturabilir. Buna bir engel yok." "Kadın mantosu!" "Sapık herif" diye bağıranlar oldu. "Dışarı!" diyerek kolundan tutup yerdeki adamı kaldırmaya çalıştı görevli. "Kendi gider," dedi bıyıklı genç. "Bırak adamın kolunu." Beyaz mantolu adam doğruldu, kalabalığın üstüne yürüdü; hemen açıldılar, geçebileceği kadar bir boşluk bıraktılar halkada. Gözleri yanıyordu terden; yüzü kıpkırmızı olmuştu. Yürürken sargılar çözülüyordu bacaklarından. "Denize değil!" diye bağırarak peşinden koştu görevli; bıyıklı genç tarafından yolu kesildi. Arkalarından koşan kalabalığın içinde kayboldular.
Su, bileklerini geçince mantosunun eteklerini topladı. Kalabalıktan kurtulmuş olan görevli, elbisesiyle daha ileri gidemedi. Mantonun etekleri önce suyun üstünde açıldı sonra ağırlaşıp battı. "Dur!" diye bağırdı uzun bıyıklı genç. "Boşver abi," dediler. "Fazla ileri gitmez." Deniz sığdı; bütün manto suyun içinde kaybolduğu zaman kıyıdan çok uzaklaşmıştı. Fazla ileri gitmişti. Yanılmışlardı.
Bıyıklı genç de çok geç kalmıştı. Beyaz mantolu adamın, boyunu geçen yere kadar yürüyeceğini aklına getirmemişti. Yerinden fırladı birden; fakat yetişemedi. Böyle bir olayla daha önce hiç karşılaşmamıştı. Sonra başka gönüllüler de çıktı. Aramalar bir sonuç vermedi. Uzun bıyıklı genç kıyıya çıkınca soluk soluğa kumlara oturdu, elini ağzına siper ederek yere tükürdü, "Amma da hikâye," dedi.

Saturday, June 03, 2006

Şişede Bulunan Not

edgar allan poe



Qui n'a plus qu'un moment â vivre
N'a plus rien a dissimuler - QUINAULT-ATYS*

Vatanım ve ailem hakkında söyleyecek pek bir şeyim yok. Kötü davranış­lar ve uzun yıllar, beni birinden uzaklaştırdı, diğerineyse yabancılaşırdı. Bana miras kalan servet iyi bir eğitim almamı sağladı ve düşünmeye yatkın zihnim sayesinde gençliğimde yaptığım sıkı çalışmaların birikimini yöntemsel bir te­mele oturtmayı başardım. -Bana en çok Alman törecilerinin eserleri haz verdi; onların o zarif deliliğine sakıncalı bir hayranlık duyduğumdan değil, katı dü­şünce alışkanlıklarım sayesinde onların hatalarını rahatlıkla saptayabildiğim için. Mizacımın kuruluğu yüzünden çok eleştiriye uğradım; hayal gücümün noksanlığı bana bir suçmuş gibi yansıtıldı; ve fikirlerimin pyyrhonist doğası bana sürekli kötü bir ün getirdi. Aslında fiziksel felsefeden aldığım yoğun haz bu çağın çok sık rastlanan bir hatasına düşmeme yol açtı -olayları bu bilimin ilkelerine, en dolaylı yollardan bile olsa, bağlama alışkanlığından bahsediyo­rum. Bütüne bakıldığında, kimse batıl inançların ignes Jatuisi tarafından gerçe­ğin sınırları keskin bölgesinden uzaklaştırılmaya benim kadar az yatkın ola­maz. Bunları baştan söylemeyi uygun buldum ki, anlatmam gereken inanılmaz öykü hayal gücünün ölü bir mektup ve bir hiçlikten ibaret olduğu bir zihnin kesin deyişi yerine çok kaba bir hayal gücünün hezeyanları olarak algılanma­sın.
Yurtdışında yıllarca yolculuk ettikten sonra 18- yılında zengin ve yoğun nüfuslu Cava Adası'ndaki Batavia limanından Sunda Takımadalarına doğru yola çıktım. Tam anlamıyla bir yolcuydum -bir şeytan gibi peşimi bırakmayan sinirli bir huzursuzluktan başka bir yolculuk sebebim yoktu.
Gemimiz dört yüz tonluk, tahtaları bakırla tutturulmuş ve Bombay'da, Hint meşesiyle inşa edilmiş güzel bir gemiydi. Lachadive Adaları'ndan yüklenen hidrofil pamuk ve yağı taşıyordu. Gemide bunların yanı sıra Hindistancevizi li­fi, hurma suyundan yapılma şeker, kaymaksız sığır sütü, Hindistancevizi ve birkaç sandık da haşhaş vardı. Yükleme işi beceriksizce yapılmıştı ve gemiden sürekli tangırtılar geliyordu.
Çok hafif bir rüzgârla yola çıktık ve Cava'nın doğu kıyısında günlerce bek­ledik. Rotamızın monotonluğunu hafifleten tek olay gittiğimiz takımadalardan küçük parçalar görmekti.
Bir akşam, kıç vardavelasına yaslanmış bakarken, kuzeybatıdaki çok tuhaf, tek bir bulutu fark ettim. Hem rengi yüzünden, hem de Batavia'dan ayrıldığı­mızdan beri görülen ilk bulut olduğu için ilgi çekiciydi. Onu dikkatle günbatımına dek izledim. Bu vakitte bir anda doğu ve batıya yayıldı, ufku ince bir bu­har tabakası halinde kapladı ve alçak bir kumsalın uzun şeridi gibi görünmeye başladı. Az sonra bulanık kırmızı bir renkle doğan ay ve denizin tuhaf görünü­şü de dikkatimi çekti. Deniz hızla değişiyordu ve su her zamankinden saydam­dı. Denizin dibini açık seçik görebilmeme karşın, iskandili çektiğimde derinli­ğin on beş kulaç olduğunu gördüm. Hava şimdi dayanılmayacak kadar ısınmış­tı ve ısıtılan demirden çıkanlara benzeyen sarmal dumanlarla yüklüydü. Gece çöktükçe rüzgâr dindi ve ortalığı hayal edilemeyecek kadar yoğun bir dinginlik kapladı. Pupada yanan mumun alevi hiç titremiyordu ve başla işaret parmaklar arasında tutulan bir saç teli en küçük bir hareket belirtisi sergilemiyordu. Kap­tan, herhangi bir tehlike belirtisi görmediğinden ve kıyıya doğru sürüklenmek­te olduğumuz için, yelkenlerin indirilmesini ve çapanın atılmasını emretti. Nö­betçi konulmadı ve esas olarak Malayalılardan oluşan tayfa güverteye uzandı. Aşağı inerken içimde kötü bir his vardı. Aslında bütün belirtiler beni bir sam-yelinin' gelişinden endişelenmeye yöneltiyordu. Kaptana korkularımdan bah­settim; ama söylediklerimi dikkate almadı ve yanıt vermeye tenezzül etmeden yanımdan ayrıldı. Ancak huzursuzluğum uyumama engel oldu ve gece yarısı ci­varında güverteye çıktım. -Ayağımı merdivenin en üst basamağına koyarken hızla dönen bir değirmen çarkınınkini andıran yüksek bir uğultuyla irkildim ve bunun ne anlama geldiğini kavrayamadan geminin her tarafının sarsılmaya baş­ladığını fark ettim. Bir an sonra dev, köpüklü bir dalga bizi alabora etti, baştan kıça doğru hızla ilerleyerek bütün güverteleri pruvadan pupaya yıkadı.
O patlamanın aşırı şiddeti geminin kurtulmasını sağladı. İyice suyla dolmuş olmasına karşın, direkleri yıkılıp yan tarafına düşmüş olduğundan, bir dakika sonra denizden ağır ağır kalktı ve fırtınanın yoğun baskısı altında bir süre yal­paladıktan sonra nihayet doğruldu.
Beni ölmekten hangi mucizenin kurtardığını bilmek olanaksız. Suyun şo­kuyla sersemledikten sonra, kendime geldiğimde kıç diregiyle dümenin arası­na sıkışmış olduğumu fark ettim. Büyük bir çaba harcayarak ayağa kalktım ve gözüm kararmış bir halde etrafa bakınınca önce büyük dalgaların arasında ol­duğumuzu düşündüm. Bizi yutmuş olan dağ gibi ve köpüklü okyanusun gir­dabı hayal edilemeyecek kadar müthişti. Bir süre sonra, tam limandan ayrılır­ken gemiye binmiş olan yaşlı bir İsveçli'nin sesini işittim. Ona tüm gücümle seslendim ve en sonunda sendeleyerek kıç tarafına geldi. Az sonra bizden baş­ka kurtulan olmadığını fark ettik. Güvertede bulunan bizim dışımızdaki her­kes denize düşmüştü. Kaptan ve yardımcıları uykularında ölmüş olmalıydı, çünkü kamaralar suyla dolmuştu. Yardım almadan geminin güvenliğine ilişkin pek az şey yapabilirdik ve çabalarımız ilk başlarda anlık batma korkularının yol açtığı donup kalmalarla kesintiye uğradı. Palamarımız kasırganın ilk soluğuyla paket ipi gibi kopmuştu tabii, yoksa hemen ters dönerdik. Denizin önünde korkutucu bir hızla gidiyorduk ve gemideki birçok yarıktan içeri su­lar akıyordu. Geminin kıçının iskeleti epey çatlamıştı ve her açıdan büyük dar­beler almıştık; ama pompaların tıkanmamış ve safraların fazla yer değiştirme­miş olduğunu görünce büyük bir sevince kapıldık. Fırtınanın ilk şiddeti azal­mıştı ve rüzgârdan fazla bir tehlike beklemiyorduk; ama yılgınlık içinde tama­men durmasını ümit ediyorduk. Denizin birazdan devasa bir şekilde kabaraca­ğından, geminin şu haliyle buna dayanamayacağından, kaçınılmaz olarak öle­ceğimizden emindik. Ama bu oldukça yerinde kaygı kısa zamanda gerçeğe dönüşmeyecekmiş gibi görünüyordu. Hantal gemi beş gün beş gece boyunca -bu süre içinde tek yiyeceğimiz baş kasarasından büyük güçlüklerle temin ettiği­miz az bir miktardaki hurma şekeriydi-, o samyelinin ilk şiddetiyle boy ölçüşemese de o zamana dek gördüğüm fırtınaların en şiddetlisini teşkil eden hız­lı, peş peşe esen rüzgârların önünde hesaplamalara meydan okuyan bir hızla uçtu. ilk dört gün boyunca rotamız, küçük değişikliklerle, G.D. ve G. yönün­deydi; Yeni Hollanda'nın" kıyı şeridi boyunca ilerlemiş olmalıyız. - Beşinci gün hava iyice soğudu rüzgârın daha kuzeyden esmeye başlamış olmasına karşın, güneş hastalıklı, sarı bir parıltıyla doğuyor ve ağır ağır ufkun birkaç derece üstüne çıkıyordu - net bir ışık yaymadan. - Görünürde bulut yoktu, ama şiddetini giderek artıran rüzgâr kesik kesik ve düzensiz aralıklarla esiyordu. Tahminimize göre öğle vakti yine güneş dikkatimizi çekti. Adına yaraşır bir ışık saçmıyordu; donuk ve parıltısının yansıması yoktu, sanki tüm ışınları kutuplanmışçasına. Kabarmış denizde batmadan önce ortasındaki ateş birden söndü; açıklanamayacak bir güç tarafından aceleyle söndürülmüşçe. Dipsiz okyanusa gömülürken sönük, gümüşi bir halkadan ibaretti.
Altıncı günün gelmesini boşuna bekledik - o gün benim için hâlâ gelmiş değil, İsveçli için de hiç gelmedi O vakitten sonra zifiri karanlığa gömüldük, öyle ki geminin yirmi adım ötesini göremiyorduk. Sonsuz gece bizi kuşatma sürdürdü, denizin tropikal kuşakta alışkın olduğumuz fosforlu parıltısının da faydası dokunmuyordu. Fırtınanın şiddetinin azalmamış olmasına karşın, daha önceki köpüklerden eser kalmadığını da fark ettik. Etrafımız dehşetle, yoğun bir loşlukla ve kara, terletici, mat bir çölle çevriliydi. -Yaşlı İsveçli'nin ruhuna yavaşça batıl bir korku sızdı, benim ruhumaysa sessiz bir hayret duygusu hâkimdi. Gemiyle ilgilenmeyi, bunun faydasız olmasının ötesinde zararlı oldu­ğunu düşünerek, bıraktık ve kendimizi olabildiğince sıkı şekilde mizana dire­ğine bağlayıp, o okyanus dünyasına acı acı bakmaya başladık. Zamanın geçişi­ni hesaplamamızın yolu yoktu, bulunduğumuz yer hakkında tahmin de yürütemiyorduk. Ama hiçbir denizcinin gitmediği kadar güneyde bulunduğumu­zun da farkındaydık ve karşımıza genelde rastlanılan buzdan engeller çıkmadı­ğı için hayretler içindeydik. Bu arada, her an son anımız olma tehdidini savu­ruyordu -her devasa dalga bizi yutmak için acele ediyordu. Denizin böylesine kabarabileceğini hayal bile etmemiştim ve sular altında kalmamamız bir muci­zeydi. Arkadaşım yükümüzün hafifliğinden bahsetti ve bana gemimizin mü­kemmel niteliklerini anımsattı. Ama umudun bile ne kadar umutsuzca olduğu­nu hissetmemek elde değildi ve, simsiyah azametli geminin kat ettiği her kilo­metreyle birlikte denizin kabarışı büsbütün korkutucu oldukça, kendimi, geli­ni hiçbir şeyin bir saatten fazla geciktiremeyeceğine inandığım ölüme karamsarlık içinde hazırlamaya başladım. Bazen albatrosların çıkamayacağı yüksek­lerde havasız kalıyorduk -bazense havanın durgunlaştığı ve deniz canavar­ımın uykularını hiçbir sesin bozmadığı sulu bir cehennemin içine iniş hızı başımızı döndürüyordu.
Uçurumlardan birinin dibindeyken arkadaşımın attığı kısa, korkulu bir çığlık, gecenin içinde yankılandı. "Bak! Bak!" diye haykırdı kulaklarımın dibinde, “ulu tanrım1 Bak! Bak!" O konuşurken, içinde bulunduğumuz engin kanyonun kenarlarından akan ve güvertemizi kesintili olarak aydınlatan donuk kurşuni-kırmızı bir ışığın farkına vardım. Gözlerimi yukarı kaldırınca gördüğüm sahne kanımı dondurdu. Tam tepemizde, korkunç bir yükseklikte ve dik uçurumun tam kenarında, belki dört bin tonluk dev bir gemi duruyordu. Yüksekliğinin belki yüz katı bir dalganın zirvesinde durmasına karşın görü­nüşteki boyutu yine de var olan herhangi Doğu Hint gemisininkini aşıyordu. Dev gövdesinin rengi koyu, kirli bir siyahtı. Üstünde gemilerde genelde rastla­nan oymalardan yoktu. Açık lombarlarından tek bir pirinç top dizisi çıkıyordu ve bunların cilalı yüzeylerinden sarkan sayısız savaş fenerinin alevi armasının etrafında bir ileriye bir geriye sallanıyordu. Ama özellikle dehşete ve hayrete kapılmamıza sebep olan şey, geminin o doğaüstü denizin ve o kontrolsüz ka­sırganın ortasında yelken açmış olmasıydı. Onu ilk fark ettiğimizde yalnızca loş, derin ve korkunç kanyonun kenarında inip kalkan pruvası görünüyordu. Yoğun bir dehşet anından sonra baş döndürücü zirvenin tepesinde durakladı, sanki kendi yüceliği üstüne düşüncelere dalmışçasına, sonra da sallanıp yalpa­lamaya başladı ve -düştü.
O anda ruhumu nasıl bir soğukkanlılığın birdenbire ele geçirdiğini bilmi­yorum. Olabildiğince uzağa sendeleyerek gittikten sonra, yaklaşan felaketi kor­kusuzca bekledim. Sonunda çabalamaktan vazgeçmiş olan gemimizin burnu batıyordu. Üstüne düşen kitlenin şoku, bunun sonucunda geminin sualtında olan kısmına indi ve ben kaçınılmaz olarak, karşı konulmaz bir güçle yukarı, o yabancı geminin armasına fırladım.
Ben düşerken gemi yan yatıp doğruldu; ve tayfalar tarafından fark edilme­memi de bunun yarattığı kargaşaya bağlıyorum. Fazla zorlanmadan, yan açık olan ana ambar ağzına vardım ve kısa sürede geminin içinde saklanma fırsatı­nı buldum. Niye bunu yaptığımı ben de bilmiyorum. Belki de gizlenmemin te­mel sebebi gemideki denizcileri görünce hissettiğim tarifsiz, korkuyla karışık bir şaşkınlık duygusuydu. Kendimi üstünkörü bir balasın sonucunda belirsiz­ce yenilikleri, şüphelen ve endişelen böylesine çok açıdan uyandıran bir insan ırkına teslim etmek istemiyordum. Bu yüzden geminin içinde gizlenecek bir yer aramayı uygun buldum. Bunu yük sandıklarının bir kısmının yerini geminin dev kalaslar arasında kendime uygun bir saklanma yeri açacak kadar değiştirerek yaptım.
İşimi yeni bitirmiştim ki, ambardaki ayak sesleri saklanmamı gerektirdi. adam saklanma yerimin yanından zayıf, kararsız adımlarla geçti. Yüzünü göremiyordum. ama genel görünüşünü inceleme fırsatı buldum. Oldukça yaşlı ve hasta olduğu belliydi. Yılların ağırlığı dizlerini büküyor ve tüm bedenini titreti­yordu. Kendi kendine, anlamadığım bir dilde, alçak bir sesle, kesik kesik rnırıldanıyordu. Tuhaf aletlerden ve çürümüş deniz haritalarından oluşan bir yıgının üstüne oturdu. Tavırları ikinci çocukluğun huysuzluğunun ve bir Tanrı'nın ağırbaşlı vakarının tuhaf bir karışımıydı. Sonunda güverteye çıktı ve onu bir da­ha görmedim.
Tarifsiz bir duygu ruhumu ele geçirdi -analize geçit vermeyen, geçmişin derslerinin karşısında yetersiz kaldığı ve geleceğin de bana anahtarını sunma­yacağından korktuğum bir his. Benimki gibi bir zihin için bu sonuncusu kötü bir düşünce. Düşüncelerimin doğasına ilişkin olarak asla -biliyorum asla- tat­min olmayacağım. Yine de bu düşüncelerin belirsiz olması şaşırtıcı değil, çün­kü yepyeni kaynaklardan doğuyorlar. Ruhuma yeni bir duyum -yeni bir var­lık ekleniyor.
Bu korkunç geminin güvertesinde yürümeydi epey zaman oldu ve sanırım kaderimin ışınları bir yerde odaklanmaya başlıyor. Anlaşılmaz insanlar! Sezemedigim konulara ilişkin derin düşüncelere dalmış olarak yanımdan, beni fark etmeden geçiyorlar. Saklanmam tam bir budalalıktı, çünkü bu insanlar görmü­yor. Daha şimdi ikinci kaptanın gözlerinin önünden geçtim -kısa süre önce de kaptanın özel kamarasına girmeye cesaret ettim ve bunları oradan aldıklarım­la yazıyorum. Daha öncekileri de bu sayede yazmıştım. Arada sırada bu gün­ceye devam edeceğim. Evet, bunu dünyaya ulaştırmanın bir yolunu bulamaya­bilirim, ama en azından bu çabayı göstereceğim. En sonunda bu yazdıklarımı bir şişeye koyup denize atacağım.
Bana üzerinde düşünecek yeni bir konu veren bir olay oldu. Böyle şeyler kontrolsüz talihin işi mi? Güverteye çıkmış ve hiç dikkat çekmeden filikanın dibindeki bir ıskalarya ve eski yelken yığınının üstüne atlamıştım. Yazgımın tuhaflığı üstüne düşüncelere dalmışken bir katran fırçasını farkında olmadan, yanımdaki bir fıçının üstünde özenle katlanmış halde duran bir cunda yelke­ninin kenarlarına sürttüm. Cunda yelkeni şimdi geminin üstüne eğilmiş du­rumdaydı ve fırçanın rasgele dokunuşları KEŞİF sözcüğünü ortaya çıkardı.
Son zamanlarda geminin yapısı üstüne epey gözlemde bulundum. İyi silahlanmış olsa da bir savaş gemisi olduğunu sanmıyorum Arması, yapısı ve genel donanımı bir savaş gemisi olmadığını gösterir nitelikte. Ne olmadığını kolayca anlayabiliyorum - ne olduğunu söylemekse korkarım olanaksız. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama o tuhaf modelini ve benzersiz direklerini, devasa boyutunu ve aşırı geniş yelkenlerini, son derece sade pruvasını ve köhne kıçını incelerken bazen zihnimde tanıdık şeylerin parıltısı, beliriyor ve bu belirsiz anı gölgelerine hep eski tarihlerin ve asırlar öncesinin dile getirilemez anıları eşlik ediyor.
Geminin gövdesine bakıyorum. Bilmediğim bir malzemeden yapılmış Tahtanın tuhaf bir niteliği bana bu tür işlerde kullanılmaya uygun olmadığını dü­şündürüyor. Aşırı derecede gözenekli oluşundan bahsediyorum, ki bunun bu denizlerde yelken açmanın doğal bir sonucu olarak kurtlar tarafından yenmek­le ya da eskimekten gelen çürümüşlükle ilgisi yok. Belki aşırı meraklı birinin gözlemi gibi gelebilir, ama bu tahta, İspanyol meşesinin her özelliğini taşırdı, şayet ispanyol meşesi doğa dışı bir yöntemle şişirilebilmiş olsaydı.
Yukarıdaki cümleyi okurken, her türlü kötü hava şartına maruz kalmış yaş­lı bir Hollandalı denizcinin tuhaf bir vecizesini anımsıyorum. "Bu," derdi, söy­lediklerinin doğruluğundan şüphe edildiğinde, "geminin gövdesini bir deniz­cinin canlı gövdesi gibi büyüten bir denizin varlığı kadar gerçek."
Bir saat kadar önce cesaretimi toplayıp kendimi tayfadan bir grup adamın önüne attım. Bana hiç ilgi göstermediler ve, tam ortalarında durmama karşın, varlığımın farkında değilmiş gibi göründüler. Ambardaki ilk gördüğüm adam gibi bunlar da yaşlılığın izlerini taşıyordu. Saçları kırdı, güçsüzlükten dizleri tit­riyordu- dermansızlıktan omuzları çökmüştü; büzüşmüş derileri rüzgarda ürperiyordu; sesleri alçak, titrek ve kesik kesikti; gözleri yılların salgılarıyla pa­rlıyordu; ve kır saçları fırtınada korkunç bir şekilde dalgalanıyordu Çevrelerinde güvertenin her yanına, son derece tuhaf ve artık kullanılmayan matematiksel aletler saçılıydı.
Bir süre önce cunda yelkeninin eğik olduğundan bahsetmiştim. O zamandan beri rüzgârın içinde savrulan gemi güneye doğru korkunç bir hızla ilerlemeyi sürdürdü. İçindeki her branda parçası direk şapkasından alt cunda yelkeni se­renlerine dek katlanmış durumda ve direklerinin tepelerini durmadan bir insanın hayal edebileceği en dehşet verici su cehennemine sokuyor. Güvertede ayakta durmanın olanaksız olduğunu fark edince oradan az önce ayrıldım. Gerçi tayfalar pek sıkıntı çekiyormuş gibi görünmüyor. Devasa gemimizin bir anda ve sonsuza dek deniz tarafından yutulmaması mucizelerin mucizesi gibi görünüyor bana. Sonsuzluğun kenarında, uçuruma doğru son adımı atmadan sürekli hareket etmeye mahkûm edildiğimiz açıkça anlaşılıyor. Gördüklerimden bin kat büyük olan dalgaların önünde ok gibi uçan bir martının rahatlığıyla süzülüyoruz : devasa dalgalar tepemizde derinlerden gelen, ama sadece basit tehditler savurabilen ve yok etmeleri yasaklanan iblisler gibi yükseliyor. Bu sık tekrarlanan kurtuluşları böyle bir etkiyi yaratabilecek tek bir doğal sebebe bağlıyorum. -Ge­minin güçlü bir dalganın ya da şiddetli bir ters dip akıntısının etkisinde olduğu­nu farzetmek zorundayım.
Kaptan'ın karşısına çıktım, hem de kendi kamarasında -ama, beklediğim gi­bi, bana hiç ilgi göstermedi. Görünüşünde dikkatsiz bir gözlemciye onun bir insandan fazlası ya da eksiği olduğunu gösterecek bir şey olmasa da - yine de ona karşı bir hayranlık duygusuyla karışık bastırılmaz bir huşu ve şaşkınlık du­yuyorum. Boyu neredeyse benimki kadar; yani 170 cm. Biçimli bir gövdesi var, ama ne gürbüz, ne de çelimsiz. Fakat yüzüne hâkim olan şey, ifadesindeki tu­haflık —yaşlılığın yoğun, muhteşem, heyecan verici kanıtı bu. Öyle mutlak, öy­le uç noktada ki, içimde birşeyleri kımıldatıyor -tarifsiz bir duygu. Alnı, pek kırışık olmasa da, sanki uzun yılların damgasını taşıyor. -Kır saçları geçmişin tutanakları ve daha da gri olan gözleri geleceğin kehanetleri. Kamaranın döşe­mesi tuhaf, kaim, demir kopçalı folyolarla, paslanıp çürüyen bilim aletleriyle ve artık kullanılmayan, unutulmuş haritalarla kaplıydı. Başını eğip ellerinin arası­na almış, ateşli huzursuz gözlerle, anladığım kadarıyla bir görev mektubu olan ve her halükârda bir hükümdarın damgasını taşıyan bir mektubu okuyordu. Ambarda gördüğüm o ilk denizci gibi, yabancı bir dilin alçak sesle söylenen hırçın heceleriyle kendi kendine birşeyler mırıldanıyordu ve yanı başımda ol­masına karşın sesi sanki bana bir kilometre öteden geliyordu.
Gemi ve içindeki her şeyi yaşlılığın ruhu bürümüş. Tayfa geçmişe gömülü yüzyılların hayaletleri gibi öne arkaya süzülüyor. Gözlerinde hevesli ve rahat­sız bir ifade var; ve parmaklan savaş fenerlerinin vahşi ışığında bana dokunun­ca içimi benzersiz bir his kaplıyor, her ne kadar yaşamım boyunca antikacılık yapmış ve Balbec, Tadmore ve Persepolis'teki" yıkılmış sütunların gölgelerini, ruhum bir harabeye dönüşene dek içmiş olsam da.
Etrafıma bakınca ilk korkularımdan utanıyorum. Daha önceki fırtına beni tepeden tırnağa titrettiyse, rüzgârla okyanusun savaşı karşısında, ki kasırga ve samyeli gibi kelimeler hakkında bir fikir vermekte yetersiz kalır, dehşetle donakalmaz mıyım? Geminin civarı sonsuz gecenin karanlığıyla ve bir köpüksü sular keşmekeşiyle çevrili; ama her iki tarafımızda yaklaşık birer fersahlık mesafede ara sıra hayal meyal, boş göğe evrenin surları gibi yükselen devasa buz duvarlar görüyorum.
Düşündüğüm gibi, geminin bir akıntıya kapıldığı ortaya çıktı; beyaz buzla­rın arasında uluyarak ve çığlık atarak güneye doğru bir şelalenin olanca hızıy­la gürleyerek ilerleyen bir dalgaya bu isim verilebilirse tabii.
Duyduğum dehşeti tasavvur etmek olanaksız olsa gerek. Yine de bu kor­kunç bölgenin gizemlerini çözme merakı umutsuzluğuma dâhi baskın çıkıyor ve beni ölümün en iğrenç şekline bile razı ediyor. Heyecan verici bir bilgiye doğru hızla ilerlediğimiz açık - asla paylaşılmayacak, ulaşılması yok olmak demek olan bir gizeme. Belki de bu akıntı bizi güney kutbuna götürmektedir Böylesine çılgınca görünen bir varsayımın son derece muhtemel olduğunu iti­raf etmeliyim.
Tayfa güverteyi huzursuz ve titrek adımlarla arşınlıyor; ama yüzlerinde umutsuzluğun verdiği kayıtsızlıktan çok, umudun canlılığı var.
Bu arada rüzgâr hâlâ kıç tarafımızdan esiyor ve brandalarla yüklü olan ge­mi bazen denizin üstüne fırlıyor. - Ah, dehşetlerin en fecisi! Buzlar birden sa­ğa ve sola doğru açılıyor ve baş döndürücü bir hızla dev, eşmerkezli çember­ler çizerek duvarları karanlıkta ve uzaklıklardan kaybolan dev bir amfiteatrın çevresinde dönüyoruz. Ama kaderim üstüne düşünecek pek zamanım yok -çemberler hızla küçülüyor - girdabın içine delice atılıyoruz - ve gemi okya­nusla fırtınanın kükremeleri, böğürtüleri ve gürlemeleri arasında titriyor, ah Tanrım! Ve - aşağı iniyor.

NOT: "Şişede Bulunan Not" ilk olarak 1831'de (1833) basıldı ve Mercator'un haritalarını ancak yıllar sonra inceleyebildim. Bu haritalarda okyanus (kuzey) Kutup Girdabı'na doğru dört aylık bir sürede akan ve oradan yeryüzünün derinliklerine inen hızlı bir akıntı olarak be­timleniyor. Kutbun kendisiyse muazzam bir yüksekliğe sahip siyah bir kaya olarak gösterilmiş.

*bir anlık yaşamı kalmış kişinin artık gizleyecek bir şeyi yoktur.

Wednesday, May 24, 2006

Borges ile Düşde


Ferit Edgü

Orda, yanıbaşımda oturuyordu. Küçük çalışma odamda. Ben yazı masamın başında; o, eski, bir zamanlar, eşimin Hollandalı büyükbabasının eskittiği deri koltukta.
Elinde, mavi-beyaz Delft porseleni bir fincan vardı. Kımıl­damıyordu. Susuyordu.
Arada bir, elindeki fincanı dudaklarına götürüyordu. Finca­nın içinde ne vardı, bir şey var mıydı, bilmiyorum. Bir ara, iki yudum arasında, başını bana doğru çevirip, görmeyen gözleri gö­rür gibi şöyle dedi:
Körlerle ilgili öyküler yazıyormuşsunuz, doğru mu bu?
İki öykü yazdım, dedim. Hepsi bu.
Nasıl yazabilirsiniz? dedi. Bu yaşta, hem de körlüğü yaşama­dan.
Düşledim, dedim.
Bir yazar, yaşamadığı bir şeyi düşleyebilir mi? dedi.
Siz ki Poe'nun ve Binbir Gece Masalları'nın hayranısınız, bunu benden iyi bilmelisiniz, dedim.
Ama Poe'nun öyküleri de, Binbir Gece Masalları da, önce ya­şanmış, sonra düşlenmiştir, dedi.
Bense hep tersini düşünmüşümdür, dedim. Yaşamdan yola çıkıldığında bile, yazılan sözcüklere döküldüğünde, ilk kez yaşa­ma kavuşur.
Dolayısıyle, siz de, yazdığınızda, körlüğü yaşamış oldunuz, öyle mi? dedi.
Hayır, dedim, bir gün gözlerimi kapadım ve düşledim, son­ra da yazdım.
Bu da bir yöntem, dedi. Ben hiç denemedim ama niçin ol­masın?
Elindeki fincanı uzattı:
Acaba biraz sıcak suyunuz var mı?
Hemen kaynatırım, dedim.
Varsa eğer, biraz tarçın kabuğu ile, küçük bir parça da şe­ker koyuverin dedi.
Mutfağa gittim. Çaydanlığa su koydum. Kaynattım. Fincanın içine bir parça tarçın kabuğu ile şeker koydum, getirdim.
Fincanı eline verdiğimde, Borges,
Ne kadar çabuk, dedi. Her şey ne kadar çabuk, gözler gör­mediğinde.
Fincanı, dudaklarından önce, burnuna götürdü. Derin bir so­luk aldı: Ne güzel bir koku. Biliyor musunuz, düşlediğinize göre kuşkusuz biliyor olmalısınız, göz görmediğinde, burun kokuyu daha iyi alıyor.
Hayır, bilmiyordum, dedim. Ayrıca, göz görmediğinde, za­man da geçmez gibime gelirdi, dedim.
Demek insandan insana değişiyor, dedi. Her şey gibi. Ama zaman, körler için de, görenler için de aynıdır sanırım, yanılıyor muyum? (Bir an durdu. Sonra:) Çünkü zaman görülmez.
Küçülmüş, ufacık olmuş, dağılmıştım.
İyi ki gözleri görmüyor, dedim kendi kendime.
Ve, gözleri görmeyen bu adamı orada bırakıp, ayaklarımın ucuna basa basa kaçmayı düşündüm.
Ama bunu yediremedim kendime.
Belki, "benim" odamda olduğumuz, düşde de olsa konuğum olduğu için. Hem odadan çıkmak, düşden de çıkmak demekti. Niçin susuyorsunuz? dedi.
Düşünüyorum, dedim.
Öyleyse, bu şekerli ve tarçmh sudan içmiyorsunuz, dedi gü­lümseyerek.
Nerden anladınız? dedim.
Gençler, artık böyle şeyler içmiyorlar dedi. Ne garip. Şeker, kahve, reçel ve o güzelim şerbetleri, tatlıları sanki yasaklamışlar kendilerine. Oyca, beynin bunlara gereksinimi vardır. Örneğin, şu şekerli ve tarçınlı ılık suyu içerken gençliğimi —belki bir da­kika, belki birkaç dakika daha genç duyuyorum kendimi.
Kahveyi ve çayı ihmal etmiyorum, dedim. Şekere gelince, alkolde yeterince varmış.
Aynı şey değil, dedi. Ama bu da, gene bir yöntem olmalı; ye­ni bir beslenme yöntemi, en iyisi, biliyor olmalısınız, keçi sütü, kuru incir ve bademdir. Akdeniz'de yaşadığınıza göre, zeytin ve yağı bulunmaz bir besindir. Alkole gelince, biliyor musunuz Arapça bir sözcüktür alkol, İslâm dininin yasağına karşın?
Hayır, bilmiyorum, dedim.
Nasıl, dedi, alkol, yani Alcooll'ün, Arapça El-kûll'dan geldi­ğini bilmiyor musunuz?
Hayır, dedim.
Gördünüz mü, dedi, size, size ait bir şey öğrettim. Şimdi sı­ra sizde; sizin bana bir şey öğretmeniz gerek, ödeşmemiz için.
Sanki böyle bir "düşeş" bekliyordum:
Yaşanan düşlenmez, dedim, olsa olsa bellekte yer eder;
ama düşlenen yaşanabilir, kimi zaman/arada bir/ola ki…
Teşekkür ederim, dedi.
Şu anda olduğu gibi, dedim.
Doğru, dedi.
Ben düşlemiştim, dedim.
Bana kalırsa, şimdi düşlüyorsunuz, dedi.
Hayır, dedim,düşlediğim şimdi gerçekleşiyor.
Benim yaşımdaki bir adamın, kafasını çok karıştırıyorsunuz, dedi. Yaş ilerledikçe, karmaşıklık, yerini yalınlığa bırakıyor. Bi­liyor musunuz ki, artık düşlemiyorum, yalnızca görüyorum. Her şey orda, karanlıkta geçiyor ve dış dünyayı görmediğim için, bu karanlıkta gördüğüm hayaletler iç dünya ile dış dünya arasında­ki o aptalca sınırı ortadan kaldırdılar.
Bana, körlerle ilgili yazdığım öyküyü ansıtmanızı şimdi daha iyi anlıyorum, dedim.
Sizin için söylememiştim, dedi. Kendimi anlatıyordum. Ama görüyorsunuz çok öznel bir gerçek bile... Evet, görüyorum, dedim.
Ben sizinle görüşmeye gelmiştim, dedi, ama görüyorum ki, bana söyleyecek bir şeyiniz yok.
Yazarların bir araya gelip söyleştikleri dönemler geçmedi mi? dedim.
Doğru, geçti, dedi, Borges. Ama kitaplarda, ya da düşlerde (ki­taplar da birer düş değil midir?) söyleşebiliriz. Yanılıyor muyum? Yanıtlamadığımı görünce,
Peki de, buraya değin boşuna gelmiş olmayayım. Hiçbir yolculuktan ufacık bir şey olsun öğrenmeden dönmek istemem. Bana La Vida sözcüğünün dilinizdeki karşılığını söyleyin ve bu sözcüğün hangi anlamlara geldiğini ve bu sözcüğün eşanlamlı sözlerini söyleyiniz. Lütfen yavaş yavaş, belleğimde yer etmesi için.
Bir düşte olduğumuza göre, bilmem bir sözlük bulabilecek miyim dedim.
Borges kahkahadan kırılıyor, elindeki abanoz bastonu yere vuruyordu. Sizi gidi yalancı, diyordu kahkahalar arasında. Kimi kandırıyorsunuz, bir düşte değiliz, bir düşte insan böyle düşünemez, ah! yakaladım sizi. Peki nerdeyiz? dedim. Bilmiyorum, belki bir kitaplıkta, dedi.
Evet, dedim bir kitaplıkta. Benim küçük kitaplığımda. Ama aynı zamanda bir düşte.
Gerçek bir düş olmaz bu, dedi. Gülmesi sürüyordu. Bir fictione bu.
Okurlarınız bunu anlayacaklardır, dedim. Okurlarım, demek istiyorsunuz sanırım, dedi. Hayır, dedim. Sizin okurlarınızdan sözediyorum. Sizin dilinizde de var mı "benim" okurlarım? dedi. Evet, dedim.
Demek bir Borges daha doğmuş ve benim bundan haberim yokmuş, dedi. Ama böylesi daha iyi. Çünkü doğan ben değilim ki. Benim dışımda benimle çook uzaktan ilgisi olan biri: Sözcük­lerden oluşan bir YAPIT. Yazar dildir, aziz meslektaşım. Dolayısıyle her dilde yeniden doğar. Öykülerimi, şiirlerimi çevrildikle-ri, benim de bildiğim dillerde okurken onların bana ait olmadık­larını düşünmüşümdür çoğu kez.. Örneğin Fransızca çeviriler, '"asıllarından" çok daha yalın ve yetkindir. Özellikle, beni Fran­sızlara tanıtan ilk çevirmenim ve dostum Roger Cailois'nmkiler. Çevirmenin yeteneğinin yanısıra, dilin kendisinden geliyor bu. Fransızca "rigide", katı bir dildir. Sizin dilinizi bilmiyorum, ama İspanyolca gibi, özellikle biz, Güney Amerikalıların İspanyol-cası gibi "gevşek" hoşgörülü bir dil değildir. Bizde, dil sürçme­sinden bir şiir doğabilir, Fransızca'da yalnızca bir dil yanlışı do­ğar. Bir başka örnek: İngilizceye çevrilen yapıtlarımda pek çok yanlış olduğu söylenmiştir. Sanmıyorum. Yanlışlık, benim söyle­diğim başka türlü söylemek değildir ki. Hem yanlış olsa da ne çıkar? Belki, benim yazdığımın doğrusudur bu yanlış. Niçin ol­masın? Altmış yılı aşan bir süre bir hayli yazdım: Öykü, şiir, de­neme, inceleme, hattâ çeviri. Belki tüm bunların arasında dört-beş sayfa, değerli, kalıcı şeyler yazmışımdır. Ama bunların be­nimle ilgisi yok. Değerli olan bir şey hiç kimsenin malı değildir-onu yaratan ve ona sahip olan dahil. Yazınsal bir metin, bir öy­kü, bir şiir, bir cümle, bir dize ise söz konusu olan dile ve gele­neğe aittir. Ben, Borges, yokolmaya hükümlüyüm. Yalnızca be­nim birkaç ânım (anım değil) bir başkasında yaşama talihine sahiptir.
Şu andaki gibi, dedim.
Ah! böylesi en güzelidir, dedi, görmeyen gözlerinde bir ışıltı. Yolculuklardan, özellikle gözlerim görmez olduktan sonra, hoşlandığımı biliyor olmalısınız. Ama böylesi düşsel yolculuklar, çağrılar için söyleyecek söz bulamıyorum. Fantastik ve olağan­üstü sözcükleri bile yetersiz... (Bir an durdu, sonra, sözü değiş­tirmek ister gibi) Lütfen, odanızda, kitaplardan başka ne var söyler misiniz? dedi.
Hemen hemen hiçbir şey dedim. Eski bir yazı makinesi. Ka­ğıtlar. Duvarda bir hat; yalnızca bir harfin (Elif) yinelenmesin­den oluşmuş bir hat; imzasız, anonim; gene anonim bir küçük resim, bir aslanın saldırdığı bir Arap ve iki Arap'a saldıran as­lana saldıran iki Arap.
Olağanüstü dedi. Gözlerim görmüyor diye uydurmuyorsu­nuz ya?
Rica ederim, dedim.
Bağışlayın, dedi. Sizi kırmak istemedim. Üstelik niçin uydurmayacakmışız? Hep uyduruyoruz. Ama uydururken çıkış nokta­mız yaşamdan olmalı. Bırakın şimdi bunları, bana lütfen sözünü ettiğiniz hattı betimleyin.
Kağıt üzerine, dedim, sanki sonsuza değin yazılmış bir harf: Elif; Arap alfabesinin ilk harfi biliyorsunuz.
Semit dillerinin ilk harfi, dedi. Yüzyıllar önce yazdığım bir öykümün adi: Alep. Aynı harf. Ama sonsuza değin, dediniz, o nasıl oluyor?
Hat sanatında "Meşk' derler, dedim, aynı harfi, değişik bi­çimlerde yazmış hattat. Tüm yüzeyi, kağıdın tüm yüzeyini dol­durmuş ve artık yazacak bir tek nokta kalmamış, tüm yüzey tek bir harf olmuş, sürekli yenilenen.
Bu harfin, simgesel bir anlamı var mı? dedi. Birçok simgesel anlamı vardır, dedim. Allah'ın ve Aşk'ın ilk harfidir.
Ekleyecek, soracak, yanıtlayacak hiçbir şey kalmadı, dedi. Bana izin verin. Bu uykudan uyanmam gerek. Belki son öykümü ya da son şiirimi yazarım gün doğmadan önce.
Umarım, ben de uyandığımda bu konuşmalarımızı ansırım, dedim.
Oturduğu koltuktan kalkmıştı. İki eli, abanoz bastonunun üzerindeydi.
Biliyor musunuz dedi, bu uzun yaşamım bana bir şeycikler öğretti. Bunlardan biri de, düşün belleğinin olmayışıdır. Evet, dü­şün belleği yok, belleğin düşü vardır.
Ama düşlerimizi ansıyoruz, dedim. Bellek değil mi bu? Bellek, dedi, ama bu başka bir bellek. Belleğimiz olmasaydı ne yapardık? İnsanoğlunun büyük bir parçası bellekten oluşur. Belleğin büyük bir bölümü ise unutmadır. Uyandığınızda (tabii şu anda gerçekten uykudaysamz ve bu düşü kapalı gözlerinizin ardında görüyorsanız) bu düşten neler ansıyacağınızı, hangi söz­cükleri belleğinizin karanlığını kurcalayıp çıkaracağınızı ya da uyduracağınızı bilemem. Ama bu düşten bende iki sözcük kaldı, onları unutacağımı sanmıyorum. Ne yazık ki, yazacak ışıktan yoksunum. Birini uyandırmam gerekecek yazdırmak için. Tabii uyandıracak birini bulabilirsem, uyandırmaya kıyabilirsem... Güzel, yararlı, olağanüstü, Jules Verne'inkiler gibi bir yolculuk oldu benim için. Ama siz de, söylediklerimi unutmayın... Hangisi? dedim.
Her gece, bir fincan şekerli ve tarçınlı su için. Beyin damarla­rını açar.
Deneyeceğim, dedim.
Size iyi uykular dilerim, dedi. Bir hayli yorulduk, sabaha de­ğin derin bir uyku çekeceğinizden hiç kuşkum yok. Kapıya doğru ilerledi. Elinden tuttum. Size yolu göstereyim, dedim.
Gerek yok, dedi. Bunca yıl labirentlerde dolaşmış bir ihtiyar, sanırım yolunu tek başına bulabilir. Yolum zaten uzun değil.
P.S./Bu yazı (Düş? Öykü? Deneme?) yayımlandıktan kısa bir süre sonra Borges'ten (öleli kırk-bir gün olmamıştı) bir me­saj aldım: "Ben ölmeden önce mi, ölürken mi, yoksa öldük­ten sonra mı yazdığınızı bilmediğim yazınız gönendirdi be­ni. İslam kültürüne olan ve yer yer yazdıklarıma da yansı­yan ilgi, hattâ hayranlık, ne yazık ki, Arapçayı öğrenmeye değin götürmemişti beni. Bu nedenle olsa gerek, düşünüzdeki bir yanlışlığı düzeltememiştim: Burda öğrendiğime göre, Allah'ın ilk harfi "elif", Aşk'ın ilk harfi ise "ayn"mış. Ge­ne burda öğrendiğime göre, hatasız kul olmazmış, ve yal­nız Yaradan kusursuzmuş.
Görüyorsunuz, öğrenmenin yaşı olmadığı gibi, yeri de olmuyor. Burda, sizinle aynı adı taşıyan yaşlı bir bilgeyle tanıştım, Attar Feridun, bana, simurg kuşlarının öyküleri­ni anlatıyor. Gecenin ve gündüzün, yani zamanın olmadığı bu sonsuzlukta bile yalnızca sözcükler var geçerli olan. Bi­rer im'e dönüşen. Birer simge olan. Ölüm gibi.
Bu nedenle, yanlışlıklardan korkmadan yazmayı sürdür­memiz, sürçmeyi bağışlayın, sürdürmeniz gerekir."
Milliyet Sanat,
1 Ağustos 1986

Tuesday, February 28, 2006

Dehlizde Giden Adam

Bİlge Karasu

Ali Poyrazoğlu için

Deniz dendi mi, kimi oraya kimi buraya akan sular durmaz, tersine, hep bir olur, bir kıyıya yönelirdi, ister kumluk, ister çakıllık bir kıyıya... Durmaz olurdu delikanlı. Denizi öylesine severdi. Gider çakıllara uzanır, denizin yüzünde gerinir, sularda kulaç atar, kumlarda yatardı sere serpe. Yaşamak demek, yazsa denize gitmek, kışsa deniz aylarını beklemekti ona göre.
On dokuz yaşına bastığı yılın yazında gene denize gitti. Kayalık bir adanın çakıllık bir kıyısına... Havanın titreştiği, denizin ayna gibi güneşin bütün sıcağını yansıttığı bir gündü. Yüzdü, çakılların üzerine uzandı, güneşlendi, kalkıp giyinince de, hemen evinin yoluna düzülmedi, kıyı boyunca biraz gezip dolaşacağı tuttu. Çakıllığın sona erdiği yerde, tepeden yuvarlanmış, denizde parçalanıp ufalanmış koca bir kaya yığınına geldi dayandı. İçi bir tuhaf oldu. Yol yoktu. İlle de öteye geçmek istiyordu oysa. Nasıl geçsin? Akıllı bir adam geçmeğe kalkmazdı ya öteye, hani, geçmesi gerekiyorsa, geldiği yerden döner, çevre yolunun alt ucunda çakıllıktan çıkıp adanın, kayalığın hemen üstünde sivrilen, tepesine tırmanır, tepeden denize doğru inen bu kaya damarının öte yanında kıyıya ulaşacak bir yol arardı. Bulursa ne âlâ, bulamazsa geldiği gibi döner, inerdi tepenin ardında kalan iskeleye. Gel gelelim, bu delikanlı akıllıca bir kişi değil besbelli. Üşendiğinden de değil ya, böyle akıllılıkları usluca davranışları gereksiz saydığından... Buranın tek yolu, kese yolu, denizden geçer diyerek pabucunu çıkardı, eline aldı/paçaların, kıvırıp sıvadı, yürüdü denize. Gerçi kayaların arasında su epey derindi, o aralıklara düşse sırılsıklam olurdu üstü başı; ama dikkatle kayadan kayaya sekti, sıçradı, tabanlarını doğrayacak kavkılara basmamağa çalışa çalışa, gene de ayaklarının altı sızlaya kanaya, en uçtaki kayaya ulaşıp tırmandı üstüne. Soluk aldı. Bayağı yormuştu onu bu cambazlık. Havlusuyla donunu ensesinden aşağı göğsüne doğru sarkıtmıştı biribirine bağlayıp, ama pabucunu elinde tutmak dertti; kayalığın öte yanını görüyordu çünkü şimdi.
Buraya gelesiye, kayalar atlangıç gibi sıralanmıştı sanki, şimdi anlıyordu; çektiği güçlük bir şeycik değilmiş... Önce, «dönsem artık,» diye şöyle bir geçirdi aklından, sonra utandı böyle düşündüğü için, kemerini çıkarıp ayakkabılarım, donuyla havlusunu bağladı, sırtına attı, kemerin ucunu ağzına alıp dişleri arasına sıkıştırdı. Dikkatle indi kayanın üzerinden; suyun az altında, kayanın tabanında ufak bir düzlük vardı, oraya bastı.
Ne var ki, ötesi, kıyıya dek uzanan suydu. Kayalığın bu yanı dümdüz duvardı. Ayak basacak, el tutunacak bir tek çıkıntıcık görünmüyordu. Kıyı yirmi beş, otuz metre uzaktaydı. Ufacık bir kumluktu bu, kumu incecik görünen, pırıltılar içinde... Ama buraya kimse gelmezdi adadan, gelemezdi, her yanı kaya duvarlarıyla -dümdüz, cilâlı gibi kaya duvarlarıyla çevrili olduğu için... Yanaşılsa yanaşılsa buraya ancak denizden yanaşılabilirdi. Deniz de derindi yürünecek gibi değildi. Soyunsa, kıyıya çıksa, biraz daha güneşlenirdi ama gene bu yoldan dönmesi gerekecekti Hem kayanın üzerinde bırakacağı giysilerini bir esinti denize at mağa yeter mi yeterdi. Keyfi kaçmıştı delikanlının dönmekten başka çıkar yol yoktu.
Yok muydu?... Tam başını çeviriyordu ki, dibinde durduğu kayanın hemen arkasında, dümdüz duvarın kayaya bakan yüzünün denizle birleştiği yerde, ufakça bir kovuk çarpıvermişti gözüne; mağara ağzına benzeyen bir kovuk. Mağara ağzıydı bu, muhakkak; kara kara gülüyordu da sanki bu mağara ağzı; delikanlının da yüzü güldü; girer bakarım, diye düşündü, kayanın içinden tepeye çıkacak bir yol var gibiyse, ilerlerim, değilse dönerim, ne olur sanki?... Delikten içeri girmesi biraz güç oldu. Çömeldiği için kıçı, su derince olduğu için paçaları ıslandı. Ama delikten içeri girince doğrulabildi. Uzun boylu olduğu halde, kaya tavam, başının dört karış üstünde uzanıyordu. Taban soğuktu, iyice kuru olduğunu görünce de ayakkabılarını kemerden çıkardı, giydi. Havlu ile donu, gene kemerle bağlı, sırtında götürüyordu. Arkasına dönüp baktı. Dehlizin ağzı epey geride kalmıştı şimdi. Ama gene de yeterince aydınlık geliyordu dehlizin içine. Buna aklı pek ermedi. Bir daha baktı ardına. Işık başka yerden gelmiyordu. Tuhaf! Şimdi, biraz uzaklaşınca, ışığın ağızdan gelip doğrudan doğruya vurduğu yerde, duvarın üzerinde, harfe benzeyen birtakım çizgiler seçebiliyordu. Dikkat etti, birkaç adım yaklaşarak baktı; evet, bir yazı, «GİRMEYİNİZ» diye bir yazı yazılmıştı duvara. Yazılalı epey olmalı ki yazılar silikleşmişti. «Belediye mi yazmış ola?» diye düşündü, güldü delikanlı, omuzunu silkti, yürümesini sürdürdü.
Eve gitmeği, vapura binmeği, iskeleye inmeği, çakıllığa çıkmağı, hep unutmuştu; bir tek düşüncesi vardı şimdi; bu dehliz kapanana dek yürümek... Ya bir mağaraya açılırdı, ya adanın başka bir yerine çıkardı; ya da çıkmaz sokaklar gibi, kapanırdı; o zaman da geri dönerdi delikanlı. Ada boyunca uzansa bile bu yol, iki saatten çok sürmemeliydi sonunun, ucunun bulunması.
Neden sonra, ileride hafif bir aydınlık görür gibi oldu. Adımlarını hızlandırdı. Gerçekten, ileriden belli belirsiz aydınlık geliyordu. Ardına baktı, oralardan aydınlık artık gelmiyordu hiç. Dümdüz, ileriye doğru yürümüştü o ana dek, köşe dönmemiş, yolun kıvrıldığının hiç farkına varmamıştı. Dönmüş de yolun ağzına doğru yürüyor olamazdı bu durumda. En iyisi ışığa doğru gitmekti.
Işıklı nokta yaklaştı, yaklaştı. Delikanlı bir de baktı ki bu nokta ışık falan vermiyor. Bir çelik levha var burada, kayaya çakılı, çok daha uzaktan gelen bir ışığı yansıtıyor. Çelik aynanın yanında, hafif aydınlıkta bir yazı daha seçti gözleri duvarın üzerinde: «GİRMEYEYDİNİZ» diyen bir yazı. İçerledi. İlk yazıyı, haydi, Belediye yazdırmış olsundu. Bunu ise, girip çıkmış, tatsız şakalara meraklı biri yazmış olacaktı. Peki ama o çelik levha? O ayna? Aynayı oraya kim çakmıştı ki? Hem Belediye buraya girilmesini tehlikeli buluyorsa yolun ağzına bir parmaklık yerleştirir, çıkardı işin içinden.
Delikanlının kafası rahat etmiyordu. Girecek, gidecek, yürüyecek, ışığın geldiği yeri, yani çıkışı, bacayı, kapıyı, neyse, bulacaktı.
Loşlukta yürüdü, yürüdü.
Yoruldu bir ara, saatine baktı, on ikiyi gösteriyordu. Öğle vakti çoktan geçmişti bu yola girdiğinde. Gece yarısı olamazdı, o kadar da yürümemişti. Hem ileride, çok ileride, gene cansız bir ışıma belirir gibiydi. Ayna da olsa, gene gün ışığını yansıtıyordur, diye düşündü. Ama yürüyecek hali yoktu. Oturdu. Taban soğuk değildi burada. Hava da ılık gibiydi.
Silkinerek uyandı. Biri dürtmüş gibi. Bakındı. Uykunun karanlığından sonra ortalık daha bile seçilir olmuştu Saatine baktı. Hâlâ on ikiyi gösteriyordu ama işliyordu Kurmağa kalktı. Kurgusu bitmek şöyle dursun, yeni kurulmuş gibiydi. Kalktı, yürümeğe başladı.
Karnı acıkmıştı. Ne zaman uyku uyuyup kalksa acıkırdı zaten. Hem öyle böyle değil. Kurtlar gibi. Gam sıkılmağa başladı. Uzamıştı bu iş. Hem uykuya varmak için çömelip yere oturduğu zaman geliş yolu, gittiği doğrultu biribirine karışmıştı. Dönmek istese bile ne yana gitmesi gerekeceğini kestiremiyordu. Solgun da olsa ışığın göründüğü yana doğru yürümekten başka yolu kalmamıştı bu işin.
Canı sıkılıyordu. Acıkmıştı. Bir şeyler olmalı, bu yolun sonunu bulmalıydı. Yoksa...
Yoksa, diyor, sonunu getiremiyordu. Ürkek, korkak değildi. Ama...
Epey yürüdükten sonra ışıklı noktaya vardı. Bu da bir çelik aynadır demeğe kalmadan, şaşırdı; buradaki ayna değil, yiyecek makinesiydi. Hani deliğinden para atılıp düğmesine basılınca, kolu oynatılınca, içindeki yiyeceklerin bir tepsi içinde müşteriye sunulduğu makinelerden... Güldü bu işe, cebinden bir yirmibeşlik çıkarıp deliğe attı, kolu oynattı. Seçmeli makine değildi bu. Hem yirmibeşlikle işlemesi de tuhaftı. Ama daha tuhafı, tepsinin içinde, cızır cızır, taze taze bir tabak balık tavası durmasıydı şimdi. Makinenin yanındaki kutuda plastik torbalar içinde ekmekler, tuz, biber, limon vardı, çatal bıçak vardı.
«Anlaşıldı,» dedi delikanlı, «bir turist çelme numarası bu... Hele hele...» Tabağındaki yazıları okudu. Kılçıklar makinenin altındaki oyuğa atılacaktı. Tabakla çatal bıçak, makinenin üstündeki kutuya bırakılacaktı. Sonra makinenin sol alt ucundaki kol çekilecekti. Yaptı bu söylenenleri. Oyuk kılçıkları emdi, kutu bulaşığı yuttu. Ekmekler üzerine bir şey söylenmiyordu. Cebine attı artan parçayı, yolda acıkırım, yerim diyerek.
Ama ortada turist yoktu, kimsecikler yoktu, yapayalnızdı. Bu makineden başka birinin de yararlanıp yararlanmadığını merak etti.
Saati hep on ikiyi gösteriyor, işliyor ama kurgusu boşalmıyordu.,
Ansızın bir şey ansıdı. Sanki pek geride, pek uzakta kalmış bir şey. Belki de gerçekten pek uzaktı bu ansıdığı an. Biliyor muydu ne zamandan beri bu dehlizde yürümekte olduğunu? Vaktini, saatini, gününü şaşırmış değil miydi?
Ansıdığı şuydu: Kıyının ucuna yürüyüp karşısında kayaların duvar gibi yükseldiğini görünce, içi bir tuhaf olmuştu. Niye öyle bir şey duymuştu, anlamağa başlıyordu şimdi. Denizin, çevren çizgisinin saltık yataylığına baka baka dünyada bir başka boyut olduğunu unutmuştu sanki. Duvar, karşısına çıkınca, bu unuttuğu boyut yeniden bir gerçeklik oluvermişti, hem yüzüne çarpacak denli yakın, aşılmaz, gönül bulandırıcı... Şimdi şimdi anlıyordu bu duyguyu. Çünkü ne zamandır boyutsuz, kimsesiz bir dünyada ilerlemekte olduğu düşüncesi yavaş yavaş kafasında, gönlünde, biçimleniyor, bilinçleniyordu.
Güldü bir yol. «Korkuyorum,» dedi ardından, «korkmasam gülmeğe kalkmazdım buna. Korkuyorum. Ama yürümekten başka bir şey yapamayacağıma göre...» Yürümekten başka bir şey yapabileceğini düşünemiyordu artık. Yürüyecekti. Bu yol da sağa sola çatallanmadığına, kendisine bir yol seçme olanağı bile vermediğine göre, gidecekti, sonunu bulasıya, ya da, olur a, başına, yola çıktığı noktaya, denize açılan ağza, dönesiye...
Gidiyordu. Ötelerde bir ışık vardı. Orası muhakkaktı. Makineler, çelik aynalar, bir ışığı yansıtıp duruyordu, bir yerlerden gelen ışığı. Acıktıkça karşısına bir makine çıkıyordu. Cebindeki ufaklıklar bitmişti bir ara. Ama büyük para da atsa, küçük para da atsa, karnını doyuracak yiyecekler -ne az ne çok, ama doyuracak kadar-çıkıyordu bu makinelerden. Kiminden tuzlu, kiminden tatlı, kiminden su, kiminden ayran, kiminden balık, kiminden sebze
Cigara makineleri de vardı. Bir ara, ufaklığı bittiği sıra «Bir para makinesi eksik galiba» diye geçirdi içinden Çok geçmeden para makinesi de çıktı karşısına. Cebindeki iki on liralığı attı içine, iki cep dolusu beş kuruşluk çıktı makineden. Ama onlar da bitti yolda gide gide.
Acıkmalarını, yediği yemekleri ölçü olarak alsa, bu yolda bir yıla yakın bir süredir yürüyor gibiydi ama bir yıl mı, bir hafta mı, bilecek, kestirecek durumda değildi ki...
Uykusu gelip yolun kıyısına uzandıkça yönünü şaşırmamak için hep başını gidiş doğrultusuna çevirmeğe dikkat ediyordu.
Sakalı uzuyordu uykusu geldiği zamanlar. Sonra, kalktığında eliyle yüzünü yokluyor, yeni traş olmuş gibi duyuyordu derisini.
Gecesiz gündüzsüz, ışığın ancak yol boyunca uzaktan uzağa dizili duran makinelerin çeliğinde yansıdığı, artmadığı," eksilmediği, saatin hep on ikiyi gösterdiği bir yolda, dün, bugün, yarın olamazdı; sabah akşam yoktu. Delikanlı da bunları unutmuştu zaten. Bildiği tek şey, yürümek olmuştu. Buraya niçin girmişti, nasıl girmişti, ansımıyordu artık. Niçin yürüdüğünü biliyordu ama; ışığa çıkmak için yürüyordu. Çıkınca ne olacaktı, onu da bilmiyordu ya...
Işığa varmak için... Çelik makinelerde yansıyan ışığa değil, gerçek ışığa varmak için...
Arada bir duraklıyordu yürürken. Gerçek ışık neydi ki? diye soruyordu kendi kendine. Soruyordu ya, karşılık veremiyordu bu sorusuna. Neydi? Nereden gelirdi? Ne olacaktı? Bu soruları bile unuttuğu bir noktaya varıp dayanmıştı herhalde, sormadı artık kendi kendine herhangi bir şey...
Yürüdü.
Parası çoktan bitmişti ama makineler parasız veriyordu artık yiyecekleri. Yolun düzgünlüğünden canı sıkıldıkça dayanıveriyordu eliyle duvarların birine, bunu da neden sonra öğrenmişti; dayanınca duvarlar dalgalanıyor, büksülleşiyor, köşeleniyordu. Sonra sonra düzeliyordu gene.
Yürüyordu. Işık daha yakına gelmiş değildi. Hâlâ makineden makineye yansıyordu. Ne var ki, gözleri alışmıştı bu dehlizin karanlığına. Işık bolmuş, her yer aydınlıkmış gibi geliyordu ona artık. Ama ışığın nerede olduğunu biliyordu daha. Bildiği için de yürüyordu. Yürüyebiliyordu. Ulaşacaktı ışığa.
Makinelerin seyrelmeğe başladığı, kafasına dank etti bir ara. Kaç zamandır acıkıyor, ayakta duramayacak hale geliyor, düşüp kalkıyor, ondan sonra ancak, bir yiyecek makinesine varabiliyordu. Boğazı kurumadan, gözleri zonklamadan su makinesine ulaşamıyordu.
Adımlarını hızlandırmağa karar verdi. Neredeyse koşuyordu artık. Ama makineler hep daha uzaktaydı, hep daha büyük aralıklarla çıkıyordu karşısına.
«Öleceğim,» dedi bir ara, «bu yol insanları öldürmek için böyle yapılmış olacak...»
Ölmüyordu. Ölmemek için koşuyordu da, hızını durmadan artırıyordu.
Tıkanıyor, duraklıyordu ara ara. Ama «koşmalı,» diyordu ardından, «koşmalı, yetişebilmeliyim bir makineye, ölmeden, bitkin düşmeden...»
Artık ışığa varmağı bile düşünmez olmuştu. Işık sonradan düşünülecek şeydi. Makineler. Makineler. Varsa yoksa onlar. Ölmemek için makinelere ulaşmak gerekti.
Ama makineler seyreldikçe ışık da artıyor gibiydi sanki. Bunu, derisinin ağartısından anlıyordu. Elleri, kollan ağarıyordu gitgide; makineleri artık yansıttıkları ışıktan değil, karaltılarından seçebiliyor gibiydi.
Duvarlar sertleşmişti. Yol artık dümdüz uzanıyor durmadan yokuş yukarı çıkıyordu. Dümdüz uzandığım ayaklarıyla değil, gözleriyle görüyordu şimdi. Işık çok artmış demekti bu. Makineler seyreldikçe seyreliyordu Koştukça koşuyordu o da Ama ışığı, gerçek ışığı seçer gibi oldukça, makineleri unutmağa başladı. Birini atladı bile bir ara ötekine doğru koştu. Işık görünüyordu artık. Yolun sonu gözükmüştü. Kalıbını basabilirdi buna.
Ama şimdi, ışık arttıkça, uyuyup uyanıp ışığın hep yeğinleşerek orada, yolun ucunda durduğunu gördükçe kafasının içinde tuhaf bir bulantı duyar olmuştu. Gönlünde değil, beyninin içinde bir bulantı.
Bir daha uyudu kalktı. Işık daha da artmış gibiydi. Işıkla birlikte başka bir şey geliyordu artık. Neden sonra anladı. Hava, yel gibi bir şeydi bu gelen. Koştu, koştu, daha koştu. Yelle birlikte bir koku da geliyordu şimdi. Ansıyamadı önce, sonra ansızın «çiçek kokusu» diye bağırdı. Sesi çınladı dehlizde. Unuttuğu sesi. Diş diş sesi. Aklından çıkmış ne kadar şey varsa geri geliyordu şimdi. İnsanlar, başkaları, kalabalıklar... Arıları ansıyordu. Arıların çiçeklere çokuşmasını... Sinekleri; sineklerin tatlıya üşüşmesini... Kuşların konup kalkmasını ansıyordu. Yemiyordu, içmiyordu, makineler var mıydı, yok muydu, farkında değildi. Bir delik büyüyordu uzakta, ağır ağır. Delik gözlerini acıtıyordu; kırpıştırıyordu gözlerim; derisi ağardıkça buruşuyordu. Delik beynine beynine saplanıyordu büyüdükçe. «Delik değil,» diye düşündü sonunda, «ışık, bu beynime saplanan...»
Delik büyüdükçe gözleri kararmağa başladı. «Yeniden mi karanlığa giriyorum,» diye korktu, «delik diye gördüğüm de ışığı yansıtan başka bir nesne mi yoksa?» Değildi ama. Hava da, yel de, kokular da, birtakım uğultular da artıyordu. Delik gerçekti, ışık gerçekti. Ama gözleri niye kararıyordu ki?
Durdu. Alnına götürdü elini. Oraya saplanmış acıyı silmek istedi. Bir şey sıvaştı parmaklarına. Kandı bu sıvaşan, herhalde. Sıcaktı, yıvışıktı, akıyordu; alnının o çok acıyan yerinden akıyordu. Duvara çarpmış olacaktı. Bir adım attı, duvara dayandı ayağı. Gözü kararmıştı muhakkak, çarpmıştı duvara. Ama başını çevirince karşı duvarı seçemedi. El yordamıyla buldu onu. Gene deliğe doğru yürümeğe başladı. Koşmuyordu şimdi. Delik, bulutların ardından, dumanların ardından ölgün ölgün ışıyor gibiydi. Dumanı, bulutları yeniden ansıyordu demek. Ama delik gitgide yitiyordu karşısında.
Sonra göremedi artık deliği. Kör olduğunu anladı. Durdu. Geri dönse, karanlığa dalsa, gözleri yeniden açılır mıydı? Ne yürek kalmıştı onda bu işi yapacak, ne de bacaklarında güç... Açtı, susuzdu. Duvarı yoklaya yoklaya giden eli ansızın boşlukta sallandı. Ne sağında duvar vardı, ne solunda. Yel yüzüne çarpıyordu. Ortalık buram buram çiçek kokuyor, böcek vızıltıları kulaklarını uğuldatıyordu. Delikten çıkmış olmalıydı. Işığa çıkmıştı.
Yüzünü kaldırdı. Güneş sıcacık, yayılıyordu yüzüne Aşağıdan, uzaktan, dalgaların yürek gibi atan gürültüsü geliyordu. Ayağı bir yere dayandı. Eliyle yokladı. Düz bir kaya olmalıydı bu. Oturdu. Yüzünü gene kaldırdı. Sıcaklık yüzünden içine doğru yayıldı. Ama en içinde, buz gibi duran bir nokta vardı. Işığın sıcaklığı bu noktaya ulaşamıyordu. İçi de, dışı da, yapayalnızdı bu sıcakta, bu ışıksızlıkta
«Ölüler, içinden soğumağa başlar galiba,» dedi Güzel yürek buracak kadar güzel, gencecik yüzü yukarıda, ayakları bitişik, elleri kayanın iki kıyısına sıkı sıkı yapışmış, kaldı, öylece.

1968

Ağustos 1969 içinde, Ali Poyrazoğlu şunu anlattı:
Adamın biri bir deniz balığı tutmuş günün birinde, o kadar sevmiş ki yanında hep kalsın istemiş. Her gün suyunu tazelermiş, denizden kova kova çekip taşıyarak. Bir süre sonra usanmış deniz suyu taşımaktan, musluk suyunu denemiş. Balık biraz tedirgin olmuş ama alışmış sonunda tatlı suya. Gel zaman git zaman adamın içine merak olmuş, tatlı suya alışan balık havaya da alışır mı diye... (Bana sorarsanız, balık ya alıkmış ya da adamı gereğinden çok seviyormuş ki bu da bir çeşit alıklık olabiliyor sırasında. Dönelim gene Ali Poyrazoğlu'nun masalına). Balık önce boğulayazmış, debelenmiş, sonunda havaya da alışmış. Günlerden bir gün adamın denize gideceği tutmuş. Balığı da yanında. Koymuş onu çakıllığın gölgeli bir köşesine, kendi de denize girmiş. Çocuklar geçiyormuş oradan o ara. Balığı görmüşler. Nasılsa, acımışlar, bu balık karaya vurmuş, yazık, denize atalım, demişler. Adam deliler gibi yüzüp yetişesiye balık boğuluvermiş denizde. Bu konuda Levi-Strauss'un ilkesini benimseyeceğim, bu iki masal arasındaki aykırılıklar benzerliklerden çok daha önemlidir bence, diyeceğim.